Bir Yol Hikâyesi

Şehir yaşamının çalışan insanı hep bir parça mutsuzdur.  Çalışmaktan mutsuz, yaptığı işten mutsuz, kendinden mutsuz… Hep gelecekteki bir hayâle ulaşmak için kurar zembereğini. Bir an önce Cuma gelsin diye başlar her Pazartesiye. Hayattan keyif almayı hayâlindeki tatil paketlerinin içine saklar. Pazar akşamları olan sebepsiz hüzünlenme için hep Pazartesiyi suçlar. Ve her Pazartesi günü, Pandora’nın kutusunu yeniden açar umudunu içinde bırakarak…

 

Ben de o şehir insanlarından biriyim aslında. Çocukluktan bu yana yediğim lokmaya, içtiğim suya nasıl karıştıysa bu hâl, yıllardır almakta olduğum mânevî eğitime rağmen söküp atamıyorum bünyeden. Hz. Peygamber’in günü olan Pazartesi için bir sendrom yaratma fikrine artık çok daha mesafeli olsam da -Pavlov’un köpeği misali şartlanmışlığımdan olsa gerek- hüzünlenirim pazar akşamları.

 

O sebepsiz hüznü kırmak için Forrest Gump’ı seyrettim bu akşam. Pazar hüznüme müstehzi bir cevap olarak çıktı karşıma Forrest. Hani şu 1994’te altı Oscar ödülü alan ve başrolünde Tom Hanks’in oynadığı film… Forrest’ın öğrenme güçlüğü var. Zekâsı biraz geri. Hayata sözde 1-0 yenik başlayanlardan. Kendisine verilen yönergeleri sorgusuz takip ediyor; sabırla, sorgulamadan, kendince anlam yüklemeye çalışmadan yapıyor her ne yapıyorsa. En çok da koşuyor. Burnuna mikrofonu sokup koşusuna bir anlam yüklemeye çalışan gazetecilere inat o “geçmişi geride bırakmak için koş” diyen annesinin öğüdüne uyarak koşuyor. Bir yere varmak için değil, koşmak için koşuyor. Ve hayat onu kendi kaderinin tayin ettiği menzile zaten vardırıyor.

 

Şehir insanı koşuyor. Hayâl ettiği hedefe varabilme umudu ile her gün koşuyor. Koşusuna da hep bir anlam yüklüyor: Daha iyi bir geleceğe ulaşmak için… Yolla ilgilenmiyor, yalnızca hedefe kitlenmiş şekilde koşuyor ama o daha iyi gelecek nedense hiç gelmiyor.

 

Yolu anlamaya çalışıyorum bu aralar. Gözümü hep uzak bir mesâfeye dikip cebimde umutlarımla koşarken ıskaladığım yolun farkına varmaya çalışıyorum.

 

Cemâlnur Hocam hep “an bu an” demiyor mu? Ne geçmiş var, ne de gelecek. Bir tek parmağımı klavyenin tuşlarına gezdirdiğim şu an var. İdrâkim yalnızca bu âna açık. O zaman varacağım yer değil, alacağım yol önemli. Ve yolda öğrenebildiklerim. Yıllarca öğrendiğimiz doğruları üzerimizden usulca sıyırma zamanı mıdır artık? Sonuca değil sürece odaklanmayı seçsek, sülûk daha bir sülûk olmaz mı?

 

Geriye dönüp baktığımda bütün hayatımı, fotoğraf karelerinin içine sıkıştırılabilecek anlardan ibâret buluyorum. Ve o anlar, ânın duygusunu hep en yoğun yaşadıklarımdan oluşmuş. O zaman o anların sayısını ne kadar çoğaltıp ucu cuna dizerse insan üzerinde yürüyüp geçmesi de daha bir keyifli olur hayat köprüsünün. Attığı adımlar da zengin ve bereketli olur.

 

Pandora’nın kutusunun içi boş aslında, yolun kendisinde saklı tüm umutlar…

The following two tabs change content below.

Emine Ebru

Orta halli, sıradan bir Türk ailesinin yine orta halli, sıradan çocuğu olarak yetişmiş bu fakir. Hayatının ilk 30 yılını gayretiyle dünyada mekan kurmaya harcamış; akıllı insan olmayı, hayırlı evlat olmayı, iyi okullarda okuyup kariyer yapmayı bir de kendini çocuklarına feda eden türden anneliği en ala hayat sanmış. Dünyayı kontrol edebileceğini sanmış, edemediğini gördüğü her anda da yaygarayı basmış. Sonra bir el öpmüş ve yıllarca kurduğu kumdan kaleleri yıkılıvermiş. Bütün kavramlar, bütün renkler, iyiler kötüler birbirine karışmış BİR olmuş. Artık varlık iddiasını yok etmeye, nefsine galip gelmeye ve aklı bu sefer gönlüyle bulmaya çalışıyor. Kul olmaya çalışıyor. Her an hata yapmaya devam ediyor, edeceğini de biliyor ama en azından niyetlerini ve tevbelerini temiz tutmaya çalışıyor.
0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir Yorum Yazın