“Dijital Dünyanın Evlâdı! Bu Tanımlar Seninle Konuşuyor!”

 

Mâruf el-Kerhî (ö. 200/815): “Tasavvuf, hakikatleri almak, insanların elindekilerden ümid kesmektir.”

 

Sor…! Hakikati almak denince, bir yerde olduğu ve bunu elde etmenin olanaklı olduğunu anlıyorsun değil mi? İstersen alabilirsin. İnsanların elindekilerden vazgeçmesi, elindekileri bırakması, elindekileri terk etmesi yerine “ümid kesme” fiilinin özellikle kullanılması, elimizde olanların varlığının sürekliliğine dâir ipucu verirken, onlarda “hakikat”in bulunamayacağını da delil değil mi? Hadi, “Elinde olanlar nelerdir?” ve “Hakikat nedir?” sorularını ayrı ayrı irdelele. “Hakikat nedir?” sorusunu henüz sormadıysan bile asırlar öncesinde sorulmuş olması seni şaşırtsın!

İçinde yaşadığımız evrenin, karşılaştırıldığında büyüklüğü bir mikron bile olmayan “ben” veya bir yaşam boyu “ben”in sahip olacağı maddî-mânevî kazanımlar sayesinde algılanması mümkün müdür? Dün seni mutlu eden lego oyuncağın bugün mânâsız geliyor ise cep telefonunda oynadığın oyun da yarın sana aynı oranda hatta daha fazla mânâsız gelecektir. Doğru mu? Sahip olunan son model bir bilgisayar sadece belli bir dönem için son modeldir. Sahip olunan son model bir araba yeni modeli piyasa sürülene kadar en iyisidir. Sahip olunan en son bilgi sadece Cern’den gelecek bir haber ile eskir. Neye el atsan andan öncesinde neye sahip olsan bir sonrasında kalacaksın. Bilgiye ulaşmadaki sınırsız kabiliyeti sahip olmak istediklerin için hapsettiğin yer “sen”sin. Bu âlemi algılamada elindekinin yetersizliğini gör. Sınırsıza doğmuş bir nesil, sınırlı ile yetinebilir mi? Sor!

 

Semnun el-Muhib (ö.297/909): “Tasavvuf, ne senin bir şeye sahip olman, ne de bir şeyin sana sahip olmasıdır.”

Sorgula…! Nelere sahipsin? Şükürler olsun ki, yaşadığın evin, okumaya hak kazandığın okulunun kıymetini bilirsin. Bunlar değil sorduklarım. Maddî olanları değil, -onlardan ümid kesmen gerektiğini gördük-, ötesini soruyorum şimdi. Bir şeye sahip olma hırsı modern dünyanın en önemli yalanı. Daha başarılı olursan daha çok sevilirsin. Daha güçlü olursan daha başarılı olursun. Daha katı ve ulaşılmaz olursan daha güçlü olursun. Denedin; oldun ya da olamadın bu değil önemli olan. Sorgulayacağın şey, varacağın sonuç olmalı! Daha başarılı, daha güçlü, daha katı olunca sıfatların konuşur, sen değil. Başarının esiri mi oldun? Güçsüzlüğe tahammülün var mı? Ya parasız kalmaya? An gelir, sahibi olmak için çırpındığın mânevi hazlar, sahibin olur. “En”lerin sahibi olmanın ardından “En”lerin kulu olmak geliyor. Dikkat! Bak ne diyor Muhib? Tasavvuf öyle bir yol ki, ne sahipsin ne sahip olunan. Özgürlüğü hissedebiliyor musun? Seni hiçbir şeyin sınırlayamayacağı tek yolu görebiliyor musun? Bırak –iyelik eklerini. “Muhib”in anlamına kilitlen: Âşık, seven. Sorgula: Bir şeye sahip değilsen, bir şey sana sahip değilse, yol nereyedir? Yolun “aşk” yoludur, evlât! “Muhabbet” yoludur… Sonsuzdur. Bitmez, tükenmez. Bir kez “aşk”a düştün mü görürsün, ne sen kalmış ne ben, ne sahip ne sahip olunan… Sorgula! Yolu sorgula!

 

Ebu’l Hüseyn el-Nuri (ö.295/907): “Tasavvuf, nefsin bütün hazlarını terk etmektir.”

 

Öğren…!  Aşka yürümen için ipuçlarını verme vaktidir. Nefisle çoktan tanıştın ama artık adını koyma vaktidir. Koskoca galaksi, o galaksideki minicik dünya, minicik dünyanın içindeki noktadan küçük sen, dünyevî hazların için yaratılmış olamazsın değil mi? Mânâ bu kadar basite alınabilir mi? İnsan bu evrendeki en komplike canlı, biliyorsun. Donanımı en üst seviyede olan, içinde âlemin bütün sırlarını barındıran… Arada kendini kedi, köpek, ağaç, toprak gibi hissetmen çok normal. Onlar da içinde, sende kezâ. Her şeyin tek bir kapta toplanması, müthiş bir zenginlik. Bu zenginliklerin farkında olmalısın. Bu zenginlikleri uyum içinde yaşamalısın. Âlemin müthiş âhengini yansıtabilirsen, senden mutlusu yok. Hepsi uyum içinde olunca hârika! Ama unutma ki her uyum, uyumsuzluğu ile var. Gece, gündüz olmadan mânâsız. Yaz, kış olmadan… Bir diğerinin değerini anlamak için zıtlıklarla öğrenmek büyük şans. Karşıtlıklar senin içinde iki kavramda yer eyler evlât. Biri “ruh”, diğeri “nefs”. Seni yöneten duygulardan, hallerden bahsediyorum.

 

Önce şu soruma cevap ver: Davranışlarını belirleyen sebep nedir? Zor bir soru. Pek çok cevap da verebilirsin. Ama öğren ki ortak payda sadece iki tane. Korku ve ümit. Nefs her ikisi için de sağlam bir enstrüman. Korktuğun veya ümit ettiğin için yaptıklarını bir düşünsen ne çok örnek bulacaksın. Korku ve ümit “aklınla” değil, “kalbinle” dile gelir, fark ettin mi? Seni sen yapan davranışlarını yöneten merkez “kalb”in ta kendisi, öğren! Aklın pek kıymetli, hiç söz yok! Çünkü seçimlerinle yaşıyorsun ama kalbin bin kat kıymetli. Seni mutlu ve mutsuz eden o çünkü.

 

Hatırlatırım, “muhib” âşık demekti. Aşkın mekânı neresi? Kalp şüphesiz. Ve önümüzde iki seçenek var. Kalbini kime verirsin? Ruh da istiyor, nefs de. “Nefs nedir, anlamadım” deme sakın, zirâ içindeyiz. Şu dünyada yaptığımız her şey; arzuların, heveslerin… Ruh ne peki? Bak gördün mü, asıl soru farklıymış. Biri olmadan diğerini anlamak olmuyormuş. Her şeyi terk ettiğinde elinde kalana ruh desem… Sadece “sen” desem… Tüm sıfatlardan, eşyadan, maddeden yokluk hâli desem. Sınırsız, sonsuz, zamansız, mekânsız desem. Ruhunu kalbine oturt, yürü evlât. Nasıl mı? Cevabı “yolda” öğren desem!

 

Ebu’l Kasım el-Cüneyd el Bağdâdî  (ö. 295/909): “Tasavvuf, kalplerin, zâtî zaaflardan kurtulana dek arındırılması, insanın doğal yapısından kaynaklanan huylardan ayrılması, beşerî sıfatlardan sıyrılıp nefsânî iddialardan uzak durmak, ruhânî sıfatları kuşanmak, hakikat ilimlerine bağlanmak, hayırlı olanı yapmak, ümmetin bütün fertlerinin iyiliğini istemek, hakikate riâyette ihlâs ve Hz. Muhammed’e (s.a.v.) tâbî olmaktır.

 

Bul…! Sınırsız, zamansız yol demiştim. Kalbinin tahtına nefsini değil, ruhunu oturt demiştim. “Kurtul” diyor Bağdâdî nefsin hastalıklarından. Ruh kalbe hâkimiyet kurunca kalp bedeni ona göre yönetir. Nefs, malın mülkün, şânın şöhretin kölesi yaparken, ruh bambaşka âlemlerde seni bekler. Yola çıkmanı gözler. Onu beslemeni ister. Görünenle değil, görünmeyenle ilgilen. İçinde bulunduğumuz dönem, bilinen ile bilinmeyeni açıklayamaya yetmiyor. Artık bilinmeyen ile bilinene isim koyuyoruz. Düşün ki başın ağrısa sinyal veriyor, ilâç alıyorsun. Ama başının neden ağrıdığını sorduğunda, hatta neden hastalandığını sorduğunda cevap “stres”. Bilinmeyen, elle tutulmayan, kendi adını dışa vurmayan, başka adlarla ortaya çıkan bir şey! O zaman ilim nedir diye sormak gerek. Gördüğün algıladığın, ölçtüğün biçtiğin mi? İlim “idrak”tir evlât. İdrak etmek ise her babayiğidin harcı değil.  İdrak ile doğuyorsun, o nimet sende var ama ne acı ki bir cep telefonu ekranında kaybediyorsun!

 

İlim hakikate ulaşmak için göstereceğin çabadadır. İlim, seni sen yapan değerin kaynağına ulaşmaktır evlât. Bu kaynak sana iki yolla anlatılmıştır. Bu kaynaklardan biri Kur’an, diğeri Kur’an’ın canlı örneği Hz. Muhammed (s.a.v)’dir. En büyük kaynağın Kur’an. Düşün ki bir kaynak var; gelmiş, geçmiş, gelecek, tüm sırları söylüyor. Ne bir eksik ne bir fazla. Görünen şekillerde değil, yedi kat alt mânâsında ara gerçeği. Hakikate ulaşmak için fırsatın var. Nasıl bir derinlik nasıl bir zenginlik; bul!. Ne soruyor isen cevabı verilmiş. Lâkin yine bir yol gösteren lâzımdır. Canlı örnek ister insan. O da var evlât. Peygamberini tanı. Zarâfeti ve duruşuna ayrı bak, sosyal hayatına ayrı bak, ticârî ahlâkına ayrı bak; eşine nasıl davrandığına, yoksula nasıl yaklaştığına, imana nasıl dâvet ettiğine, ilme nasıl ulaştığına bak. İzle, oku, seyret, bul! Baştan aşağıya özümse, benimse. Ahlâkı, sevgiyi, aşkı, muhabbeti ondan, “okuma”yı ondan, yürümeyi ondan öğren ve daha önemlisi uygula! İşte ancak o zaman varoluşunun derinliğini, sendeki sıfatın, ne için bu dünyaya geldiğinin, neden bu âlemde bir nokta kadar yer kapladığının anlamını idrak edebilirsin. İdrak edenleri sor, sorgula, bul! İbn-i Arabî’yi ve Mevlânâ’yı iliklerine çekmeden ne kendini ne âlemi anlamlandırabilirsin. Bu büyük âlimlerin de rehberi birdir. Ölümlü olan vücudları gitmiş ama yüzyıllar geçmesine rağmen bilgelikleri hâlen bizledir. Sen demedin mi, çağ bilgi değil, bilgelik çağıdır. Bilge olan, uygulayandır evlât. Öğrendiğini yaşayan, yaşadıkça öğrenen, her seferinde yeni kapılar açılandır. Allah her kulun yanındadır. Ama yola çıkan kullarına açtığı perdeler farklıdır. Kim ki o perdeleri aralamayı başarır, bil ki bilge onun sıfatıdır. Bul evlât!

 

Yola çıkma vaktin gelmiştir…

 

** Yazarın Notu: Bu çalışma, Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü Tasavvuf Kültürü ve Edebiyatı Yüksek Lisans Programı Tasavvuf Düşüncesine Giriş dersi kapsamında hazırlanmış metinlerden derlenmiş olup özünde Prof. Dr. Ebu’l-Alâ Afîfî’nin övgüye değer dili ve yöntemi ile kaleme aldığı “Tasavvuf: İslâm’da Manevi Devrim” adlı kitabında yer verdiği “Kronolojik Esasa Dayalı Sufi ve Tasavvuf Tarifleri”nden seçilen tanımlarla evlâtlarımıza seslenme çabasının ürünüdür.

TASAVVUFTA VAKİT KAVRAMI

Hepimizin hükmüne tâbi olduğumuz, bazen yetişemediğimiz, bazen geçmek bilmeyen, bazen ise su gibi akan zaman, hepimizin hayatında çok tanıdık bir kavramdır. Her şeyin hakikatini anlamaya çalışan mutasavvıflar zamanı da günlük hayattaki algımızdan farklı şekilde yorumlanmışlardır.

Kur’ân-ı Kerim’de zaman kelimesi lâfzî olarak geçmemektedir. Ancak zaman ile ilgili olarak “asr”, “yevm”, “dehr”, “hin”, “sermed” gibi farklı ifadeler yer almaktadır. Asr Sûresi’nde Allah ‘asr’a yemin etmektedir. Hz. Peygamber ise, “Dehre sövmeyiniz, çünkü dehr Allah’tır (veya Allah dehrdir)” buyurmuştur. Hadid Sûresi’nde “O Evvel’dir, Âhir’dir, Zâhir’dir, Bâtın’dır. O her şeyi bilendir.” denmektedir. O, evvel ve âhir olan ise, şu an nedir? Şu an bir sonraki ânın evveli ve bir önceki ânın âhiridir. Öyle ise şu an da O’dur diyebilir miyiz?

 

İlk dönem sûfîlerinden Ebu Nasr Serrâc, el-Luma adlı eserinde vaktin geçmişle gelecek arasındaki ‘nefes’ olduğunu ifâde eder. Mutasavvıf için tek bir vakit vardır ki o da içinde bulunulan ‘an’dır. Geçmiş ve gelecek endişesi taşımadan ânın gereği neyse onu yapmak esastır. Bunu yapabilmek ise emin ve teslim olmayı gerektirir.

 

Ebu Ali Dekkâk ise bu hususta şöyle demiştir:  “Vakit, içinde bulunduğun haldir. Eğer sen dünyada isen (zihnin, kalbin dünyevî düşüncelerle dolu ise) vaktin dünyadır, eğer âhirette isen vaktin âhirettir. Eğer neşeli isen vaktin neşe, hüzünlüysen vaktin hüzündür.”

Mutasavvıflara göre akıllı kimse o an ne gerektiriyorsa onun hükmünce hareket eder. Sûfî, nefsin hükmünden kurtulup hâdiselerin arkasındaki hakîkati idrak ettiği anlarda diri, nefsine mağlup olduğu anlarda ise ölü hükmündedir. Kenan Rifâî, bu kişileri seyirlerini Allah’la yapan kimseler olmalarına rağmen, vaktin mahkûmu olarak tanımlar. Dereceleri büyük olsa da sağlam bir inanış ile şüphe ve ikilik (temkin ve televvün) arasında bocalarlar.  Bu kimselere “ibnü’l vakt” (vaktin oğlu) denilir.

Oysa her nefes Hak ile bir ve beraber olup vücut hükmünden kurtulmuş Allah velileri vardır ki Kenan Rifâî bu kişilerden şöyle söz etmektedir: “Zaman ve mekân bağlarından kurtulup Allah’ta bâki olma derecesine eren fâniler vardır ki, bunlara ârif-i vâsıl denir. Onlar zamanın hakikatine erdikleri için vaktin hükmü altından kurtulmuş, hatta zamanı kendi hükümleri altına almış velilerdir. Tasavvufta bu dereceye erenlere “ebu’l vakt” (vaktin babası, zamanın efendisi) denir.

İbn Arabî’ye göre ilâhî isim ve sıfatların her bir kişi üzerindeki hâli ve tesiri o kişinin vaktidir. Bu âlemde bulunan canlı ve cansız her şey zamanın hükmündedir. Kevn ve fesad (oluş ve bozuluş) âlemi olan bu evrende her şey zamanın hükmünce değişmeye, bozulmaya ve yeni bir forma geçmeye mecburdur. Eşya, insanlar, doğa sürekli değişir. Biz ise her an olan bu değişimi fark edemeyiz. Her şey aynı görünür. Oysa bu sadece bizim görmemizin eksikliğindendir. İbn Arabî yaradılışın Pazar günü başlayıp Cuma günü tamamlandığını, bizim ise tamamlanmış olan âlemi Cumartesi günü idrak ettiğimizi söyler. Ancak bu oluş ve bozuluş çok hızlı olduğu için bizim cüz’î aklımızın bunu idrak etmesi imkânsızdır. Mesnevî-i Şerif’te Mevlânâ şöyle demektedir:

“Bil ki her lâhzada ölüm ve ri’cat vardır. Mustafa: “Dünya bir andan ibarettir.” buyurur.

Cümle âlem her an yok olmadadır. Bir yandan da (her an zuhur ettiğinden) bâkî görünmektedir.

Âlemin varlığı her nefes gidip gelmededir. Tek nefes bile bu soyunup giyinmeden uzak değildir.”

Ucu ateşli bir dalı süratle sallarsan, o ateş noktası sana uzun (bir çizgi gibi) görünür.

Ömrün uzun görüntüsü de Allah’ın sunumunun sürat ve kudretindendir.

Bu sürat ömrü uzun ve dâimî gösterir.”

 

İbn Arabî vakti başka bir tanımında “Vakit, iki yokluk arasında var olan bir durumdur.” der. Öyle ise tek gerçek şu andır.

 

Her nefes ilâhî tecelliyi idrak ederek buna göre yaşayan zümrenin Allah katında mutlulardan olduğunu belirten İbn Arabî, onlar göz açıp kapama süresinde dahi Allah’tan gafil olmazlar, der. Ancak burada bir ayrım yapan İbn Arabî, bir grubun Allah’ın eşya hakkındaki hükmünden habersiz kaldığını söyler. Bunlar huzur sahibidirler, ancak hüküm sahibi değildirler. Ancak Allah’ın eşyadaki hükmünü bilen çok az sayıda şanslı kul vardır ki, bunlar hem huzur hem hüküm sahipleridir. Bu şanslı kullar mutluluk kazandıran “vaktin sahipleridir.” Bu kişiler Rablerinin huzurunda sürekli yakarış halindedirler, halleri ile dâimî namazda olan bu ârifler her nefes ve zamanın kendisine has isim tecellisini idraktedirler. Böylelikle sürekli Rabbleri hakkında sahip olmadıkları yeni bir bilgiyi elde ederler. Sâhib-i vakt dünyadaki her şeye her an şâhit olmaktadır, çünkü aslında bunlar ruhunun bir çeşit yansımasıdır. Kutub makamında olan bu kişiler Hz. Muhammed’in vârisidirler ve zaman ve mekân boyunca yaratılmış her şeye şâhit olmaktadırlar.

 

Kur’ân-ı Kerim’de İslâm’ın şartları ile vakit arasındaki bağlantı da dikkat çekicidir. İslâm’ın şartı olan ibâdetler (namaz kılmak, hacca gitmek, oruç tutmak ve zekât vermek) belirli bir zaman şartına bağlanmıştır. Vakit, farz olan bu ibâdetlerin olmazsa olmaz şartıdır.  Öte yandan namaz ve zekât bahislerinin pek çok âyette birlikte geçtiğini görmekteyiz. Örneğin Bakara Sûresi’nin 43. âyeti “Hem namazı dosdoğru kılın, zekât verin, rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin.” derken Tevbe Sûresi’nin 5. âyeti “Eğer tövbe eder, namazı kılarlar, zekâtı verirlerse onları serbest bırakın.” demektedir. Benzer bir ifadeyi Meryem Sûresi’nin 55. âyetinde görmekteyiz:  “Ailesine ve çevresine namaz kılmayı ve zekât vermeyi emrederdi ve Rabb’inin katına hoşnutlukla ermişti.”

Hucrevî ve Ankaravî’ye göre malın zekâtı olduğu gibi, her nimetin kendine göre bir zekâtı vardır. Vakit de önemli bir nimet olduğu için zekâtının olması fevkalâde normaldir. Zekât ve vakit konusunda, İbn Arabî Fütûhât-ı Mekkiye’de fitre konusunu açıklarken “sadaka toplayıcısı”nı içinde bulunulan vakit olarak şerh etmiştir. Onun hoşnut edilmesi, getirdiği şeye göre hâlinin gereğiyle onu karşılamaktır, diyerek vakit ile zekât/fitre konularını ilişkilendirmiştir.

Namazın vaktinde kılınmasının önemini düşündüğümüzde içinde bulunulan vaktin zekâtının o vaktin namazını kılmak olduğunu söyleyebilir miyiz?

İslâm’ın diğer bir şartı olan kelime-i şehâdet getirmek için, diğer 4 şartın aksine, belirli bir zaman farz kılınmamıştır. Kelime-i şehâdette Allah’ın ilâhlığına şâhitlik ettiğimizi söyleriz. Oysa kaçımız her an gerçekleşen, vücut bulan tecellileri idrak ederek vakti olması gerektiği gibi yaşayabiliyoruz? Biraz önce belirttiğimiz üzere andaki tecellileri idrak ederek Allah’ın hükümlerine her an şâhitlik edenler ancak insan-ı kâmillerdir ki, bu halleri ile gerçek şehâdeti gerçekleştirmektedirler. Bu şehâdet herhangi bir zaman ve mekân ile sınırlanmamıştır. Bizlerin kelime-i şehâdeti taklit iken onlarınki hakikidir.

Daha önce belirttiğimiz üzere, Serrac, vaktin geçmişle gelecek arasındaki ‘nefes’ olduğunu söylerken, pek çok ilk dönem sûfîsi tarafından vakit, içinde bulunulan hal olarak tanımlanmıştır. İbn Arabî ise “İlâhî isim ve sıfatların her bir kişi üzerindeki hâli ve tesiri o kişinin vaktidir. Kendisi ile olduğun şey senin istidâdındır.” demektedir.

Öyleyse aldığımız her nefes sırasında nasıl bir idrak seviyesinde isek, içinde bulunduğumuz ânı o mertebeden yaşıyoruz. Bu durumda dünya üzerindeki herkesin vaktinin aynı olması mümkün değildir ki, bu, aklımıza sûfîler tarafından çokça kullanılan “Allah’a giden yollar mahlûkların nefesleri sayısıncadır.” ifadesini getirmektedir: Herkes istidâdına, isim ve sıfatların kendi üzerindeki etkisine göre vaktini yaşıyorsa, yanlış, abes, çirkin bir şey olması mümkün müdür? Öyle ise her şey yerli yerindedir ve tam da olması gerektiği gibidir.

NİYÂZÎ-İ MISRÎ DÎVÂNI’NDAN ÖRNEKLER İLE SÜLÛKTA AŞKIN SEYRİ

Aşk… Tanımlanması zor, anlaşılması zor, ancak geldiği bedene imkânsızı mümkün kılan sonsuz bir güç. İşte bu güç, tasavvufî terbiyede insanın gerçek ‘insan’ sıfatına ermesi için yegâne unsurdur. Tasavvufî düşünceye göre asıl vatanından kopup bu âleme inen insan hep geldiği yerin özlemini duyar. Bu özlemle hakîkat arayışı başlar. Bu arayışın gerçek sebebi insanın ilâhî aşk ile yaratılmış olmasıdır. Tasavvuf ilmi, yaratılışın başlangıcını Kenz-i Mahfî kudsî hadisi ile açıklar. Buna göre Cenâb-ı Allah ‘Bilinmekliği muhabbet ederek’ insanı yaratır.

Mutasavvıflar aşkı İlâhî ve Mecâzi olarak ikiye ayırmışlardır. Allah dışında her şeye duyulan aşk mecâzîdir. Bu âlemde aşk mecâzlar ile zâhir olur. İlâhî aşk ile yaratılan insan, dünyada önce mecâzî aşkı tanır. Tasavvufî düşüncede mecâzî aşklar ilâhî aşkın köprüsü olarak kabul edilir ve hepsi ilâhî aşkın arayışlarıdır. İnsan, aşkın farklı aşamalarından ve hâllerinden geçerek tekrar özüne yani ilâhî aşka ulaşır. İbn Arabî bu durumu kurb-ı nevâfil kudsî hadisi ile açıklar: “Kulum bana farzlar kadar hiçbir şeyle yaklaşamaz. Nâfilelerle yaklaşmaya devam eder, ta ki, ben onu severim. Onu sevince onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.” Bu aynı zamanda devriye geleneğinde bahsedilen kavs-i urûc kısmının tamamlanması, insanın yaratılıştaki başlangıç noktasına, “Kābe kavseyni ev ednâ” sırrı ile dönmesidir.

Sevgiyi sekiz mertebede inceleyen tasavvuf ilminde aşk en üst mertebedir ve Sevenin sevgilisinde kendisini yok etmesi, âşıkın yok olması, sadece mâşukun var olması, her şeyin ondan ibâret olması hâli olarak tanımlanır. Eflâtun’un aşk görüşündeki gibi bu bir nevi delilik, cinnettir. Cinnet ise kişinin canına kıyması ile sonuçlanabilecek kadar ağır bir çılgınlık hâlidir. Tasavvufî düşüncede candan geçmeyen can bulamaz. Aşk, âşığı candan geçirir, fenâ buldurur. İşte bu hâl, seyr ü sülûkta sâlikin geçtiği fenâ makamlarının aynı zamanda sâlikin ilâhî aşka geçiş sürecini anlatan bir aşk yolculuğu olduğunu gösterir. Sâlik, fenâ fi’ş-şeyh makamında şeyhinin aşkında, fenâ fi’r-Resûl makamında Hz. Peygamber’in aşkında, fenâ fillâh makamında ise Allah aşkında fenâ bularak yol alır. Bu aşklar sâyesinde benliğinden geçerek mâşûkunda tüm sıfatlarını yok eder, onun sıfatlarıyla vasıflanır. Fenâ fillâh sonrası doğan bekā, bu makamda kazanılan hâlin devamlı hâle gelmesidir. Fenâ fillâh makamına geldikten sonra artık kul eski hâline dönemez. Tevhîd sırrına erer, birlikte çokluğu, çoklukta birliği görür.

Niyâzî-i Mısrî, hayatı seyahatler ve sürgünlerle geçmiş, Türkçe ve Arapça ile manzum ve mensur birçok eser kaleme almış, on yedinci yüzyıl tasavvufî Türk edebiyatının önde gelen mutasavvıf şâirlerindendir. Dîvânında ilâhî aşkı merkez alarak mârifete ulaşmayı hedefleyen Niyâzî-i Mısrî, insanın kurtuluşa ermesi için yapması veya yapmaması gerekenler ile bu yolun özelliklerini tecrübelerine dayanarak anlatmıştır. Aşkın döngüsünü bizzat yaşamış bir âriftir ve kendi tecrübelerini, insanın ve aşkın döngüsünü Dîvân’ında anlatır.

Dîvânındaki ilk gazelin ilk beytinde Mısrî, gönle seslenir: “Ey gönül, gel Allah dışındaki her şeyden vazgeç, aşkın yoluna uy” der. Çünkü hakîkate ermiş kimseler kendilerine aşkı rehber kılmışlardır. Burada aynı zamanda gönlü gayrıdan boşaltmadan ilâhî aşkın oraya giremeyeceğine de vurgu yapar. Niyâzî-i Mısrî aşkın yakıcı etkisiyle insanı harekete geçirmesine yani kurtuluşa erdiren yaptırım gücüne de beyitlerinde yer verir. Ayrılığın acıtan ateşiyle canın durmayıp bağırıp çağırmaya başladığını, o ateşle gözyaşlarının gözünden kaynayarak aktığını, eğer onu yakan bu ateşin zerresi âşikâr olsaydı bütün âlemin uçtan uca yanacağını söyler. Böyle bir acıyı duyan kimse de âdeta doğaüstü bir güç ile hedefine hızla koşar.

Fenâ fi’ş-şeyh makamındaki hâlini anlattığı “Aşkın meyine ben kana geldim” beyiti ile başlayan gazelinde, Aşkın meyi, ilâhî aşk şarabıdır. Yanan şem’-i tevhîd ise şeyhinin gönlünde gördüğü, parlayan tevhîd nurudur. Bu nuru görünce kararı gider, yerinde duramaz olur,  ateşin etrafında dönen pervâne misâli şeyhinin gönlüne doğru çekilir. Şeyhinin etrafında kurulmuş zikir halkasını görünce aşk ile dönme isteği duyar. Hâlini Leylâ derdinden deli olmuş Mecnûn’a benzetir ve aklının gittiğini, dîvâne olduğunu söyler. Artık onun için sultân, Ümmî Sinan Hazretleri’dir, şeyhinde bu aşk ile fenâ bulmuştur. Bu aşamada yarasının yârinden olduğunu görür, bu derdinin dermânı Lokmân Hekîm’in benzeri olan şeyhidir.

Fenâ fi’r-Resûl makamında, Hz. Peygamber’in Cenâb-ı Hakk’ın en sevgili habercisi, kulları ile arasındaki irtibâtı sağlayan emin elçisi olduğunu belirttikten sonra, aşk hastası olduğunu ve nice zamandır hasretle o kalplerin hekimini beklediğini, beklerken ıstırapla yandığını, canını ona teslim etmek için sabırsızlandığını anlatır. Öyle ki en hafif rüzgârla canını ona göndermek ister. Fakat kulu yaratana ulaştırma görevi Hz. Peygamber’e verildiği için bu derde kimse çâre olamaz. Na’tin sonundaki “Gel, Niyâzî’nin varlık harfini feyzinin eliyle âlem levhasından sil” anlamını taşıyan beyiti, fenâ fi’r-Resûl mertebesinin sûfiyâne, şâirâne ve hakka’l-yakîn bir ifadesidir.

Fenâ fillâh makamında yaşadığı hâlleri ise şöyle anlatır: ‘Gönül Kâf’ının ankâsıyım, sırrın âşinasıyım. Düşüncelere sahibim, adım insan oldu’ mealindeki beyitte, Gönül Kâf’ından kasıt cem’ makamıdır, Ankâ ise cem’ makamından yani fenâ fillâhtan bekāya dönen, yanıp yok olmuşken küllerinden yeniden doğan âriftir. Böylece cem’ makamında kendisine bahşolunan hâller ile fark âlemine dönmüş ve bu hâller bâkî yani kalıcı olmuştur. Bunun sonucu olarak da adı gerçek mânâda insan olmuştur. Bu beyit fenâ fillâh makamının tanımı gibidir.

I. Uluslararası Lisansüstü Tasavvuf Araştırmaları Öğrenci Sempozyumu için yaptığımız çalışmamızda biz de Niyâzî-i Mısrî’nin bizzat yaşadığı bu hâlleri anlatışına tanık olarak, insanın ve aşkın döngüsünü inceledik. Gördük ki, önce aşk varmış, her şey bittiğinde de sadece aşk bâkî kalacak. Bu devrin başı da, sonu da, hareket ettiren gücü de sadece aşktır. Devrin iniş kavsinde başlangıç ilahî aşk iledir. Sonra yaratılış mertebeleri gereğince Hz. Peygamber gelir; daha sonra ise bu âlemde aşk mecâzlar ile zâhir olur. Böylece ilâhî aşk ile yaratılan insan, bu âlemde mecâzî aşklardan başlar, aşkın farklı aşamalarından ve hâllerinden geçerek tekrar özüne yani ilâhî aşka ulaşır. Niyâzî-i Mısrî Dîvânı da bunu en hissedilir biçimde anlatan mükemmel bir kaynak,  insanın dünyadaki yolculuğuna dair sorularını cevaplayan muhteşem bir hazinedir. Allah’tan idrakine ermeyi niyâz ederiz.

Yararlanılan Kaynaklar

Ahmet Ögke, “Tasavvufta ‘Kenz-i Mahfi’ Düşüncesi ve Sofyalı Bâlî Efendi (960-1553)’nin ‘Küntü Kenzen Mahfiyyen’ Şerhi Bağlamında Varoluşun Anlamı”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, Yıl:5, Sayı 12,( Ankara 2004).

Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü.(İstanbul: Anka Yayınevi, 2005). 5.bs.

Ferit Develioğlu, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lugât, (Ankara: Aydın Kitabevi, 2008).

İlhan Kutluer, “Aşk-Felsefe”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. 4, (İstanbul 1991).

Kenan Erdoğan, Niyâzî-i Mısrî Dîvânı, (Ankara: Akçağ Yay. 1998).

Süleyman Uludağ, “Aşk” maddesi, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, (İstanbul: Marifet Yayınları, 1991).

Süleyman Uludağ, “Aşk-Tasavvuf”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. 4, (İstanbul 1991).

Süleyman Uludağ, “Sülûk”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. 38, s. 127-128, (İstanbul 2010).

 

Editörden (Nisan-Mayıs-Haziran 2018)

Merhaba Canlar,

Yeni bir sayımıza daha eriştik, çok şükür. Nisan- Haziran 2018 sayımızda Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü ve Kerim Vakfı’nın 9-11 Mart 2018 tarihlerinde birlikte organize ettiği, I. Uluslararası Tasavvuf Araştırmaları Lisansüstü Öğrenci Sempozyumu’nda sunulan bildirilerden, bildiri sahipleri tarafından hazırlanan özetleri yayınlamaya devam ediyoruz. Buna ek olarak dergimizin vazgeçilemez konusu olan ve yıllardır büyük bir keyifle ilgilendiğimiz “Allah aşkını ve tasavvufu hayatımızda ne kadar yaşayabiliyoruz?” sorusunu da elbette ve dâima dergimizin başköşesinde ağırlıyoruz.

Ramazân-ı Şerîf’in bereketinin evlerimize misâfir olarak dolduğu, sofralarımıza nimet olduğu bu günlerde, gönüllerimize bereket, bedenlerimize her nefes nimet olması ve nice bayramlara erişmek duâsı ile hatâları, eksiklikleri bizlere, güzellikleri her şeyin sahibine ait olan mütevâzi sayımızı sizlere sunuyoruz. Hoş geldiniz, safâlar getirdiniz.

Hürmetlerimizle

Sohbetler (Nisan-Mayıs-Haziran 2018)

Esâsen insanın kıymeti, bu dünyâda gördüğü, bulunduğu ve meşgul olduğu şeylerle ölçülür ve o kimse bunlar ile haşrolur. Binâenaleyh ne ile uğraşıyorsan, gerek fikrin gerek meşgalen her ne ise, neticede karşına çıkacak da odur. Sonunda hüsrâna mı uğrayacaksın, cânâna mı kavuşacaksın bunlar ilim ve amel cihetiyle tutumuna bağlıdır. Çünkü azap ve ateşin şiddeti, Allah’tan gafletin nisbeti kadardır. Dünyâ demek, seni Allah’tan gāfil kılan her ne ise o demektir. Bu yüzden de, dünyâya meyil ve muhabbet, her hatânın başı olduğu gibi ondan kaçınmak da bütün ibâdetlerden üstündür.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 404)

 

****

Mehmed Bahâeddin Nakşibend Hazretleri’nin huzûruna çorba getirirler. O esnâda kendileri murâkabeye varırlar. Murâkabeden sonra “Ben bu çorbayı içmem, çünkü bunu pişiren kimse, pişirdiği esnâda Allah’tan gāfil bulunuyordu” buyururlar.

Dervişe lâzım olan, dâimâ teveccüh ve murakabedir, uyanıklıktır. Onun için dervişlerin yolu kolaydır. Onlara Allah kapısı olmak üzere mürşit ihsan edilmiştir ki bu sûretle derviş mürşide ve dolayısıyle Hazret-i Pîr’e, Resûlullah Efendimiz’e ve Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmiş olur. Murâkabeden maksat, gaflette olmamaktır. Maksada varmak, ancak bu sûretle mümkündür.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 543)

 

****

Zâtın biri, Allah’ım, demiş. Senin olduğun yerde ateş ve cehennem yoktur. Senin olmadığın yeri göster ki cehennemin orada olduğunu bileyim. Elcevap: Gafletin!

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 126)

 

****

Nazar demek, bütün mevcûdata ibret gözüyle bakmak, her şeyde Hakk’ı görmek, her bir mevcudu Allâh’ın bir kelimesi bilip onda bir mânâ okumaya çalışmak ve bu sûretle de Allâh’ın azametini ibret gözüyle seyreylemektir. Bu nazardan başkası ise gaflettir. En büyük azap da Allah’tan gaflettir.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 423)

****

Gaflet, Allâh’a sadâkatsizlik demektir. Çok, çok ibâdet et, tâatta bulun. Fakat bir zaman gaflete düştün mü hepsi mahvolur gider. Küçük de olsa sadâkatsizlik her şeyi mahveder.

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 624)

 

Kur’an Ayı Ramazan

 

Bu Ramazan kendime bir hedef koydum: Kur’an’ı hatmetmek. Arapça okumam biraz yavaş olduğu için hedefimi üç aylarda başlattım. Şimdiden yarısından fazlası tamamlandı. Her gün biraz iftardan önce, biraz da iftardan sonra bir cüze yakın okumaya çalışıyorum. Mümkün mertebe sesli okumaya gayret ediyorum. Kur’an’ın sesini duymak çok farklı bir tecrübe yaşatıyor.

Kur’an’ı okumaya ilk çalışmam bundan yaklaşık 35 yıl önce oldu. Yazları mahalledeki tüm çocuklar gibi camide verilen kursa gidiyordum. O dönemde belki yirmi sayfa kadar okumuş olabilirim. Fakat sonra tekrar etmediğimden öğrendiklerimi unuttum. Otuzlu yaşlarıma geldiğimde tekrar öğrenmeye gayret ettim. Ancak geçen sene düzenli olarak çalışmaya başlayınca az hata yaparak okumaya başlayabildim çok şükür.

Birçokları, Kur’an’ın Türkçe meâlini okumanın, mânâsını idrâk etmeye çalışmanın önemini savunur. Bunun tabii ki bir ehemmiyeti var. Fakat son bir iki aylık okuma tecrübeme dayanarak söyleyebilirim ki âyetleri indikleri şekliyle, sevgili Peygamberimiz’in dudaklarından döküldükleri hâliyle okumanın, dinlemenin yeri bambaşka. Teşbihte hata olmaz: Kur’an tilâveti âdetâ ilâhî bir senfoniyi canlı olarak dinlemek ya da bir şelâlenin çağlamasını su damlacıkları yüzüne vururken hissetmeye benziyor. Senfoniyi de şelâleyi de kelimelerle anlatmaya çalışmak mümkün, fakat gerçek tecrübe ile karşılaştırılmamalı.

Fakir gibi eğitimsiz bir sesten, tecvîd kurallarını bilmeden, mûsikî makâmı olmadan dahi Kur’an tilâveti tek kelimeyle muazzam bir tecrübe. Her sûrenin kendine has bir ritmi, bir düzeni, bir âhengi var. Öyle ki sanki ses sadece onun rezonans ve ritmi için yaratılmış, kelime mânâları sonradan üzerlerine giydirilmiş. Bu sesten etkilenmek için hiçbir lîsan bilmenin gerekmediğini düşünüyorum. Kalbin tâ derinliklerinde bir teli titretiyor her okunuşunda.

Kimi âyetler defalarca aynı haliyle tekrarlanıyor: ‘Allah ile beraber başka bir ilâh mı var?’, ‘Şimdi Rabbinizin hangi âyetini yalanlıyorsunuz?’. Kimi sorular farklı sûrelerde aynı şekilde tekrarlanıyor: ‘Hâlâ akıl etmeyecek misiniz?’ Tekrarlanan bazen hitaplar oluyor: ‘Ey inananlar!’, ‘Ey akıl sahipleri!’ Bu tekrarlar insanı bir âhenk girdabına sürüklüyor ve okudukça okumak istiyorsunuz.

Son birkaç yıldır kendi çabamla Arapça öğrenmeye çalışıyorum. Dubai’de yaşamama rağmen, ancak başka dil bilmeyen bir taksiciye nereye gideceğimi anlatabiliyorum. Yani çok büyük bir ilerleme kaydetmiş sayılmam. Fakat en büyük kazanımım Kur’an gramerine çok az da olsa âşinâ olmaya başlayışım. Ezberlediğim kelimeler sâyesinde birçok âyette hangi konudan bahsedildiğini anlayabiliyorum. Bu da okumanın tadını farklı bir şekilde arttırıyor. Arapça çok zengin bir lisan. Kur’an’da kullanılan birçok kelime farklı derinlikte farklı mânâlar arz edebiliyor. Okurken yanımda bulundurduğum Kur’an sözlüğü de bunun biraz olsun tatmama yardımcı oluyor.

Bu yüce kitapla kurduğum ilişki, Kur’an ayı olan mübârek Ramazan’ı bu sene çok farklı kıldı. Bundan sonra Allah’ın izniyle her Ramazan bu ilişkiyi kuvvetlendirmeye gayret edeceğim. Sizlere de nâçizâne bu yönde çaba göstermenizi tavsiye ediyorum. Okuyabiliyorsanız okuyun, okuyamıyorsanız onu güzel okuyan ağızlardan dinleyin. Teravihlerde kendinizi o ses denizinin içine bırakın. Belki bu sene harfleri öğrenebilirsiniz. Seneye belki kelimeleri okuyacak hâle gelirsiniz? Belki de yavaş yavaş okumaya başlarsınız? Bu gayret bile kendi içinde bir mükâfat.

Türk İş Dünyasındaki Değerler Sisteminin Anadolu İrfânı Işığında Yeniden Tesisi

“Beden senin atındır, dünya ise o atın ahırıdır. Atın yemi binicinin yiyeceği olamaz.”

Mevlâna Celâleddin Rûmî


18. yüzyıl Sanâyi Devrimi ile başlayan ekonomik değişimler toplumlarda hem sosyal hem de kültürel önemli dönüşümler yarattı. Ürün ve üretimdeki bollaşma, artan sermâye ve gelişen teknolojiler pek çok alanda hayâta konfor katsa da daha rekabetçi, daha bireyci, daha yalnız ve içinde yaşadığı ortamla anlam bağı kuramayan kitleler ortaya çıkardı. Millî kültürler globalleşme adı altında ortaya konan yeni kültürel yapı karşısında mukavemet sınavına girdiler. Bu konuda sağlam duramayan kültürlerde ahlâkî erozyon yaşanmaya başladı. Gelinen nokta itibâriyle kapitalist yaşam tarzı dünya genelinde insanları olumsuz etkilemekte, ayrıca özelde millî kültür ve buna bağlı değerler sistemine sağlam şekilde bağlı olmayan toplumlarda daha ağır ve kalıcı tahribatlara yol açmaktadır.

Türkiye maalesef kapitalizmin yarattığı kültürel ve ahlâkî anlam kaymalarından önemli ölçüde etkilenmiş ülkelerden biridir. Sâmiha Ayverdi’nin deyimiyle “Müslüman-Türk câmiası, yanmış bir kâşaneden, elinde dört ucu düğümlü bir bohça ile kaçan âfetzedeler gibidir”. Bu bozulma o ölçüdedir ki tarihinde hiçbir zaman sömürge olmamış olmasına rağmen ekonomik ve kültürel açıdan gelinen nokta itibariyle Türkiye için “neo-kolonize” tanımını yapmak dahi mümkündür. Türkiye çalışma hayatı kapitalist sistemin bizâtihî merkezi olması nedeniyle ahlâkî erozyon ve kimlik kaybına en çok şâhit olunan mecrâyı oluşturmakta ve bu anlamda üstünde durmayı gerektirmektedir.

Türkiye’de günümüz iş dünyası “Çalıyor ama bana kazandırıyor da” diyerek hırsızlığı “kazan-kazan” modeliyle meşrû bir zemine oturtan patronlarla, şirketine mal ve hizmet sunan tedârikçisinin ödemesini yalan söyleyerek geciktirmeyi işverene bir vefâ ve başarı hikâyesi olarak anlatan çalışanların vaka-ı âdiyeden sayıldığı bir noktaya gelmiştir. Dürüstlük, güvenilirlik, liyâkat, vakte riâyet gibi pek çok toplumsal ve mânevî değer, iş dünyasında geçerliliğini yitirmiş görünmektedir. Başarının târifi -kapitalizmin sunduğu normlara uygun olarak- maaş, ünvan ve mevkiden gelen yan faydalar üzerinden yapılmaktadır. Aynı şekilde şehirli ve okumuş pek çok ebeveynin çocuklarını karakter yerine kariyer merkezli bir eğitime ve yönlendirmeye mâruz bırakmaları yadsınamaz bir başka gerçekliktir.

Diğer taraftan yaşanan tüm sıkıntılar aslında Türkiye’de çalışma hayatındaki hemen her bireyin temiz ve ahlâklı bir çalışma alanı arayışını gerçersiz kılmamaktadır. Ancak yaşanan ahlâkî deformasyon ya da yüksek ahlâkî meziyetleri yok hükmünde bırakmak bir zorunluluk ve çalışma hayatının mecbûrî kuralları gibi meşrûlaştırılmaktadır.

Türkiye’nin değişimi ithal etmek yerine kültürünün kendi ürünü olarak özgün şekilde ortaya koyması tek ve kalıcı çözüm olarak görünmektedir. Nitekim Aliya İzetbegoviç 1980 yılında bu sistemin kendi içindeki bütün problemlerine set çekecek yegâne kuvvetin kültürün içinden gelecek dinî-ahlâkî terbiye ile mümkün olabileceğini belirtmiştir.

Son kırk yıldır yapılagelen çalışmalar dindarlığın yaşamdan duyulan tatmin ve genel mutluluk seviyesi açısından önemli bir öngörü sağladığını ortaya koymaktadır (Poloma ve Pendleton, 1990). Buna göre varoluşsal açıdan anlam arayışına cevap bulmada ve kişisel korkularla başa çıkmada dinin katkısı yapılan ampirik çalışmalarla da kanıtlanmıştır. İnanılan yaratıcı ile kurulan râbıta arttıkça mutluluk seviyesinin de arttığı açık bir gerçektir.

Örgütsel davranış ile dindarlık arasındaki ilişkiyi araştırmak üzere yapılan çalışmalar ortaya koymuştur ki dinî yakınlık ile iş hayâtındaki davranışlar arasında bağ vardır. İnsanların işyerindeki tavırları ile dindarlık seviyeleri arasında güçlü pozitif bağlar (Gyekye ve Haybatollahi, 2012) bulunmuştur. Dindarlık ile karar verme etiği arasında bağ (Fernando ve Jackson, 2006) olduğu görülmüştür. Aynı şekilde mâneviyat arttıkça iş tatmini ve çalışılan şirkete olan bağın arttığını gösteren pek çok çalışma (Sikorsa-Simmons, 2005) vardır. Kriger ve Hanson 1999 yılında yaptıkları çalışmada ise dinlerin ortaya koyduğu temel değerlerin modern organizasyonların yönetimine entegre edilmesinin gereği üzerinde durmuşlardır.

Yalnız bu tip mâneviyat eksenli modellerde, işin diğer tarafında bireylerin inanç eksenlerini diğr bireylerin inanç özgürlüğü üzerinde bir baskı ile empoze etmeye çalışmaları riski de vardır. Buradaki tehlike, bir inancın diğerine daha üstün olduğu düşüncesiyle işyerinde nobranlığın hâkim olması ve buna bağlı olarak işletmede baskı ve kayırmacılığın ön plana çıkması ihtimâlidir. Birtakım iş değerlerinin ve kuralların çalışanlar tarafından paylaşılmadığı işletmelerde, çalışanların ortak bir kültüre zorlanması işten uzaklaşmalara ve tepki davranışlarının ortaya çıkmasına neden olabilmektedir (Gök, 2008).

Bu tip engelleri bertarâf etmenin yegâne yolu bin yıllık Anadolu irfânının ortaya koyduğu davranış modellerini iş hayatına yeniden kazandırmaya yönelik samimi gayretten geçmektedir. Anadolu binlerce yıllık insan ve inanç çeşitliliğini kültür potasında eritmiş ve İslâm ile kültürünü kemâle ulaştırmıştır. Anadolu irfânı kimseyi dışlamayan, yargılamayan, katıksız bir hoşgörü ve tam bir tevhid anlayışını içinde barındırmaktadır. “Her kim bu kapıya gelirse, ekmeğini veriniz ve inancını sormayınız. Zira Ulu Allah’ın katında ruh taşımaya lâyık olan herkes Ebu’l Hasan’ın sofrasında ekmek yemeğe layıktır.” diyen Anadolu’nun fütüvvet geleneğinin kurucularından Ebu’l Hasan Harakanî bu katıksız tevhid anlayışının müstesnâ bir örneğini sunar. Bu anlayış inanan-inanmayan herkese saygı ve hürmetle muâmele konusunda işverenlere ilham kaynağı olmalıdır. Sekiz yüz yılı aşkın süredir tüm insanlığı etkilemeye devam eden Mevlânâ’nın kâinatı kuşatan sevgi anlayışı, farklılıkları değil, benzerlikleri ön plana çıkaran birleştirici görüş açısı (Yeniterzi, 2007) ve hikâyelerle anlattığı değişim, gelişim, bilgi, akıl gibi günümüz iş dünyasında adına yetkinlik denen davranış şablonlarına sade, köklerini bu kültürden alan, insanların, ithallerine kıyasla içselleştirme sorunu yaşamayacakları alternatif bir model sunar. Kur’an ve sünnetin yanı sıra fütüvvet ile şekillenen Ahîlik geleneği de Hz. Mevlânâ, Yunus Emre ve daha pek çok mutasavvıfın eserleri de günümüz dünyasının davranış kalıplarına iyileştirici reçeteleri ziyâdesiyle sunmaktadırlar.

İslâm tasavvufu bize bizzat Hz. Peygamber’in ve O’nun velâyetiyle sırlanmış irfan ehlinin yaşamlarından iş hayatında adâlet, doğruluk, güven ve samimiyet gibi pek çok konudaki davranış kodlarının örneklerini sunmaktadır. Yalan söylememek, malı aşırı övmemek, kendilerine itimat edene ihânet etmemek, söz verince sözden dönmemek, borcu geciktirmemek gibi pek çok ilke gerçek ve samimi İslâmî iş ahlâkının temelini teşkil etmektedir. Seyyid Hüseyin Nasr, Mâide Suresi’nde buyurulan “Ey iman sahipleri! Akitlerinize (ukûd) sadık olunuz.” (Maide,1) âyetini insanın kendisiyle, dünyayla ve Allah’la olan ilişkilerinin tamamını kapsayan bir “dürüstlük bildirisi” olarak belirmektedir (Nasr, 1989). Salt söz verince sözden dönmemek diye târif edilen akit ilkesi bile Türk çalışma hayâtında bugün içselleştirilse, işveren, çalışan, tedârikçi ve müşteri gibi iş hayâtının bütün oyuncularının beklenti ve ihtiyaçlarını dikkate alan bir yapı sağlanmış olacaktır.

Geleneğimizdeki AhÎlik sistemi iş hayâtının ahlâkî temellere dayalı kurumsal ilkelere nasıl dönüşebileceğinin bilgisini sunmaktadır. Çalışanın salt ne ürettiği değil, nasıl davrandığının dikkate alındığı, kaliteli ürün standartlarının konduğu, çalışma ilkelerinin net ve tâvizsiz şekilde uygulanan yazılı kurallara bağlı olduğu, işveren-çalışan dengesini gözeten ve liyâkata dayalı bir ilerleme sisteminin uygulandığı Ahîlik teşkilâtı bugünün Türk iş dünyasının çâresizlik içinde aradığı uygulamalardan pekçoğunun reçetesini bizlere sunmaktadır.

Sonuç olarak Türk iş dünyası aradığı çözümü kendi geleneğinde aramalıdır. Mâneviyatı seküler bir kavram gibi ortaya koyan, sorunu yaratan sistemin yine kendi ürünü olarak ortaya çıkan ve yine Batı merkezli temelli yaklaşımın aksine Anadolu irfânının ortaya koyduğu değerler Türk iş dünyasının cankurtaranı olmaya muktedirdir.

Kaynaklar

Aliya İzzetbegoviç, “Doğu Batı Arasında İslam”, 1980, (İstanbul: Yarın Yayınlar, 2011)

 

Emine Yeniterzi, “Mevlâna’nin Kişisel Değişim ve Gelişime Dair Düşünceleri” , Selçuk Üniversitesi Mevlâna Araştırma ve Uygulama Merkezi Mevlâna Araştırmaları Dergisi, 2007, S. 2, 13–28.

 

  1. Fernando, “Self-actualising workplace spirituality: An empirical study.” In K. Weaver (Eds.), 65th Annual Academy of Management Conference, XXXX, 1-35.

 

Margaret M. Poloma, Brian F. Pendleton, “Religious Domains and General Well-Being”, Social Indicators Research, 1990.

 

Mario Fernando, B. Jackson, “The Influence of Religion-based Workplace Spirituality on Business Leaders’ Decision-making: An Inter-faith Study”, Journal of Management & Organization, 2006, Vol. 12, 23-29.

 

Mark P. Kriger, Bruce J. Hanson, “A Value-Based Paradigm for Creating Truly Healthy Organizations”, Journal of Organizational Change Management, 1999, Vol.12  (4), 302.

 

Samiha Ayverdi, Ne İdik Ne Olduk, (İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı, 1985)

 

Seth Gyekye & M Haybatollahi, “Workers’ Religious Affiliations and Organizational Behaviour, An Exploratory Study”, International Journal of Organisational Behaviour, 2012, Vol. 17, 1-18.

 

Seyyid Hüseyin Nasr, “Islami Çalışma Ahlakı”, İş Ahlakı Dergisi, 2009, Cilt:2 S. 3, 143-151 (Bu makalenin orijinali Prof. Dr. Seyyid Hüseyin Nasr’ın Modern Dünyada Geleneksel İslam (İstanbul, 1989, İnsan Yayınları, s. 39-51, çev. Savaş Şafak Barkçın ve Hüsamettin Arslan) adlı kitabında yayımlanmıştır.).

 

Sibel Gök, “İş Etiği ile İş Ahlakı Arasındaki İlişki ve Çalışma Yaşamında İş Etiğini Etkileyen Faktörler”. Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, 2008, C.5, S.1.

 

Tuğrul İlter, “Modernizm, Postmodernizm, Postkolonyalizm:  Ben-Öteki İlişkileri ve Etnosantrizm”, 2006, Küresel İletişim Dergisi, S.1, 1-13.

 

Vahit, Göktaş, “Ahilik Ve Tasavvuftaki Bazi Müşterek Ahlaki Ögeler”, http://akademik.semazen.net

 

 

 

Emine Ebru Arslan’ın 1. Uluslararası Tasavvuf Araştırmaları Lisansüstü Öğrenci Sempozyumu’nda sunduğu bildirisinin özet versiyonudur. 

KEMÂLÎ’NİN KEMÂLE SEYRİ

20. yüzyıl mutasavvıf şairlerinden biri olan Osman Kemâlî (ö. 1954) Aşk Sızıntıları adlı divânı ile bugün de kalplere tesir eden âriflerdendir. Gerek hayatı gerekte şiirleri ile etkileyici bir şahsiyettir. Osman Kemâlî 1862’de Erzurum’da doğmuş, bir buçuk yaşında iken çiçek hastalığından gözlerini kaybetmiştir. Bu kaybediş ona engel olmamış, içindeki aşk ile hâfız olmuş, Fuzûlî ve Hâfız-ı Şirâzî’nin divanlarını ve Mevlânâ’nın Mesnevî’sini hıfz etmiş, bir yandan da medrese eğitimini tamamlamıştır. Fakat bu öğrenme aşkı ona yetmemiş, ne aradığını bilmeden hep aramış durmuş ve bu arayışı O’nu sevgilisine kavuşturmuştur.

Kemâlî Allah’a varmak için aşk yolunu seçmiş âriflerdendir. Divânı incelendiğinde bu aşkın küçük yaşından beri onun içinde olduğu görülür. İçindeki bu aşk zaman içinde tomurcuklanmış, serpilmiş ve meyvelerini vermiştir. Yani hayatının çeşitli aşamalarında bu aşk olgunlaşmış ve böylece birlik denizine erişmiştir. Bu denize ulaşmasını sağlayan iki önemli rehberi vardır. Kemâlî Efendi on sekiz yaşlarında iken, yani medrese eğitimini tamamlamış fakat içindeki susuzluk dinmemiş iken, Kolağası Ali Rıza Efendi adlı bir ârif ile karşılaşmış ve onun sohbetlerine devam etmiştir. Bu ârif zat ile, aşkı Allah aşkına dönüşmüştür. Bu aşk derdi ile sarhoş olmuş ve bu sarhoşluk ile yirmi sekiz yaşında iken uzun süren bir yolculuğa çıkmıştır. Kemâlî Efendi tıpkı bir hikâye kahramanı gibi bir elinde asâ, bir elinde keşkül ile tek başına ve yaya olarak Erzurum’dan sonra, Diyarbakır, Musul, Bağdat, Necef ve Kerbelâ’ya gitmiştir. Bu seyahatleri zor ve meşakkatli geçmiştir. Düşünün ki, a’mâ bir adam elinde asâ ile çöllerde tek başına yol almış, içindeki kor ateş ile köy köy, kasaba kasaba gezmiş. Kimi zaman bir arkadaşı ona eşlik etmiş, kimi zamanda tek başına yol almış. Kendi hayatını anlattığı şiirinde bu seyahatlerin nice belâlara yol açtığını anlatır. Ancak onun hâli, gül kokusu ile sarhoş olmuş, dikenli yollardan geçerken ayaklarının acısını hissetmeyen âşıkların hâli gibidir.

Bu seyahatlerden sonra 1901 yılında İstanbul’a gelmiş ve çeşitli işler yapmıştır. Yaklaşık 1905 yılında deryaya ulaşmak isteyen çoşkun Kemâlî, nihayet kendisini vahdet deryasına ulaştıracak ârif ile karşılaşmıştır. Bir vesile ile Kemalî’nin on dokuz yıl önce gördüğü bir rüyâ aynen tezâhür etmiş ve Eyüp Nişancı’sındaki dergâhın postnişîni, devrin Melâmî kutbu Abdülkadir Belhî Hazretleri’ne (ö.1923) intisab etmiştir. Bu ikinci rehber, onun kemâle ermesini sağlamıştır. Hz. Belhî’nin vefâtına kadar kendisine on sekiz yıl hizmet etmiştir. Bu sıralarda Meclis-i Meşâyih tarafından Fatih’te bir tekkeye şeyh olması için bir teklif yapılsa da Kemâlî Efendi mürşidine hizmeti tekke şeyhliğine tercih etmiştir. Mürşidine olan aşkı ve hizmeti sonucunda Kemalî canânına kavuşmuştur. Öyle ki kendi mezar taşına yazılı olan dizelerinde hayatını şöyle özetler:

Cismim rûha döndü elhamdülillâh
Her şey fenâ bulur bâkîdir Allah
Hak’dır Muhammed’dir hem Resûlullah
Ben Âl-i abânın kıtmiri idim

“BİR OLASIN BİR İLE, VAR OLASIN VAR İLE”: HZ. ÜFTÂDE ve ŞİİRLERİNDE TEVHİD ANLAYIŞI

Anadolu tasavvuf tarihinin zirve şahsiyetlerinden biri olan Hazret-i Üftâde’nin tevhid anlayışı, özellikle de tevhidi yaşayış şekli, sadece yaşadığı dönemde değil, 21. yüzyılın dünyasında da geçerli ve çağdaş insanın huzur arayışında rehber olacak niteliktedir. Bu anlayışı, oldukça basit ve kolay anlaşılabilir şekilde kaleme aldığı şiirlerinde incelemek mümkündür.  

Asıl adı Mehmet Muhyiddin olan, büyük Osmanlı Türk mutasavvıflarından Hz. Üftâde 1490 – 1580 yılları arasında Bursa’da yaşamıştır. On altı yaşında Bursa Ulucâmii’nde müezzinliğe başlamış, çeşitli câmilerde imamlık yapmış ve hitabette bulunmuştur. Halkın ısrarı ve Emîr Sultan Hazretleri’nin keşfî ricâsı üzerine Emir Sultan Câmii hatipliğini kabul etmiş, ömrünün sonuna kadar bu görevi sürdürmüştür. Ulucâmi ve Doğanbey câmilerinde yaptığı hizmete karşılık aldığı ücret yüzünden rüyâsında “mertebenden üftâde” oldun (düştün)” uyarısını almış ve kendisi için “Üftâde” lakabını benimsemiştir.

Eserlerini bu mahlâs ile kaleme almıştır. Şiirlerinin yer aldığı Dîvan adlı eseri, Paul Ballanfat tarafından Le Divan Hazret-i Pir Üftâde adıyla Fransızcaya çevrilmiş, daha sonra bu çeviri The Nightingale in the Garden of Lover adıyla İngilizce’ye de aktarılmıştır. Henüz gençken şiir yazmaya başlayan Hz. Üftâde tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ve tasavvuf gibi ilim dallarına da hâkimdir. Kütüphanesinde İmam Gazzâlî, İbn-i Arabî, Sadreddin Konevî gibi büyük zatların eserlerinin bulunduğu bilinmektedir. Tıp bilgisi de olan Hz. Üftâde’nin Vâkıât adlı eserinden anlaşıldığına göre, hastalıkların teşhisinde ve tedavilerinde başarılı sonuçlar elde etmiştir.

Kaynaklarda ağır başlı, her hali ile güven veren, yüzünde devamlı tebessümü olan bir kişi olarak tasvir edilen Üftâde Hazretleri tasavvufî eğitimini, Hacı Bayram-ı Velî Hazretlerinin halifelerinden olan Şeyhi Hızır Dede’den almıştır. Mesnevî’den nakil yapabilecek kadar Farsça’ya da hâkim olan Hz. Üftâde’nin mürşidinin vefâtından sonra İbnü’l Arabî’nin ruhâniyetinden de Üveysî tarik ile yararlanmış olduğu söylenmektedir.

Hz. Üftâde’nin yetiştirdiği öğrencilerin en ünlülerinden biri, dönemin Bursa kadısı olan, Celvetiyye Pîri Azîz Mahmûd Hüdâyî’dir. Halvetiyye; Hızır Dede, Hazreti Üftâde ve öğrencisi Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri yolu ile Celvetiyye ismini alarak devam etmiştir. Üftâde Hazretleri, Aziz Mahmud Hüdâyî’nin şeyhi olması sebebi ile Celvetiyye’nin pîrleri arasında sayılır. Hz. Üftâde, Celvetiyye’nin adını aldığı “celvet”in özünde tevhidi görmektedir. “Celvet” prensibini, hayatı boyunca toplumla iç içe olarak bizzat yaşamıştır. Müezzinlik, imamlık ve irşad hizmetleri de buna vesîle olmuştur.

Halvet, tasavvuf ilmi kapsamında, insanın yaratılmışlardan uzaklaşarak Hak ile yalnız kalması anlamına gelmektedir. Celvet ise “kulun ilâhî sıfatlarla donanmış olarak halvetten çıkması” anlamını taşır. Bazı mutasavvıflar halveti, Hz. Peygamber’in Hira mağarasındaki inzivâ dönemine, celveti ise, peygamberlikle görevlendirildikten sonra halkın arasına karışmasına benzeterek yorumlamaktadırlar. Vâkıât’ında bununla ilgili şu açıklamasına yer verilmiştir: “Hakka vâsıl olan halka inmezse irşada kâdir olmaz, zira, ne kendini görür ne de başkalarını… İnsanları ikinci ve gerçek rüşde erdirme kabiliyeti olan irşad adamının Hakk’a erdikten sonra halka dönmesi gerekir. Hakka erdikten sonra halka inmek terfi ve terakkiye engel değildir.(V.21)

Hz. Üftâde’nin Dîvan’ında yer alan şiirlerinde sıkça ele alınan tevhid kavramı, kelime anlamı ile birkaç şeyi bir araya getirip birleştirmek anlamına gelmektedir. Tasavvuf literatüründe ise, genellikle kullanıldığı şekli ile Allah’ın birliğine inanmak, tek olduğunu kabul etmek anlamına gelmektedir. Ayrıca yine bu kaynaklarda ele alındığı kapsamı ile Allah’ın varlıktaki birliği olarak özetlenebilir. Bu tevhid anlayışını 20. yüzyıla taşıyan çağdaş Türk mutasavvıfı Kenan Rifâî (ö. 1329/1950) bunu parmakları bir araya toplayarak yapılan, güzeli simgeleyen hareket ile açıklamaktadır. Ona göre güzel anlamına gelen bu hareket, uzun ve kısa parmakların bir arada oluşuyla sağlanmaktadır. “Lâ İlâhe İllallah” zikri de Allah’ı tevhid etmek anlamına gelmektedir. Tasavvufî kaynaklarda organların, hatta kişiyi kişi yapan tüm benliğinin, tüm varlığın Allah’ı zikretmesi, “Lâ İlâhe İllallah” demesi gibi anlamları da vardır. Bu zikirden maksat, hâl olarak da tevhid ehli olabilmek, tevhidi idrak edebilmektir. Hz. Üftâde’nin bu konudaki görüşüne Vâkıât’ta da şu şekilde yer verilmiştir: “…Lâ İlâhe İllâllah kavli, hakikat tevhidinin kapısıdır, onun delilidir. Hakikat tevhidini yaşayan insan, her şeyi kendi ile birlenmiş görür…

Zikri, tevhide ulaşmanın yollarından biri olarak gören Hz. Üftâde’nin “Zikir” adlı şiirinde bu anlayışı ve zikre verdiği önem gözlemlenebilir. Şiirde zikrin gönüllere parlaklık verdiğinden, Zikir ile Allah’a erilebileceğinden bahsedilmektedir. Fenâ ve bekā kavramlarına da yer verilmiştir. Fenâ yok olmak, bekā ise var olmak anlamına gelir. Üftâde Hazretlerinin bu şiirinde zikir ile fenâdan bekāya ulaşabileceği anlatılmaktadır. Mutasavvıflar bu kavramları kötü davranışlardan uzak, ilimle dolu olmak, gafletten fânî, zikirle bâkî olmak anlamlarında da yorumlamışlardır. Muhyiddin İbn Arabî (ö. 638/1240) de fenâyı kulun varlığını görmekten fânî olması, bekâyı da bütün hükümlerde Allah’ı müşahede etmesi olarak yorumlamıştır.

Hz. Üftâde’nin şiirleri incelendiğinde tevhid anlayışını şathiyeden uzak, büyük bir edep hâli ile, zühd ve takvânın ön planda olduğu bir yapı içerisinde işlediği görülebilir. Vahdet-i vücud, mârifet ve hakikat ile ilgili konular da eserlerinde şeriatın hudutlarını zorlamayacak şekilde zuhur etmiştir. Şiirlerinde bu kavramlardan açıkça bahsetmez, şathiyeden uzak bir şekilde ele alır. Örneğin “Bir Olasın Bir İle” adlı şiiri vahdet-i vücud düşüncesine göndermeler içerir, ancak bunu bu kavramlardan açıkça bahsederek yapmaz, şathiyeden uzak bir şekilde ele alır. Bu bakış açısı ile edebe de büyük önem verdiği anlaşılmaktadır.

Sûfiler edebi bâtın ve zâhir olarak iki bölümde incelemişlerdir. Bâtınî edeb Kenân Rifâî Hazretlerinin açıklaması ile “her yerde ve her şeyde Hakk’ı görme derecesine erişmek” anlamına gelmektedir. Zâhirî edep ise şeriatın emir ve yasaklarını yerine getirmek anlamına gelmektedir. Hz. Üftâde için zâhirî edeb de ön plandadır. “Dost Cemâli” adlı şiiri, tevhid anlayışının zâhirî yansımasına örnek olarak verilebilir. Şiirde Hakk’ın cemâlini isteyenlerin şeriat üzere olması gerektiği açıkça belirtilmiştir. Sırası ile İslâm’ın beş şartı olan kelime-i şehâdet, namaz, oruç, zekât ve hac ibâdetlerinden bahsedilmektedir. Sünnete uymak, zikir ve duâ etmek işlenen diğer kavramlar arasındadır.

Hz. Üftâde’nin şiirlerindeki tevhid anlayışının, celvet anlayışının bir yansıması olduğu görülmektedir. Ayağına kadar gelen pÂdişahlar olmasına rağmen, kendine “üftâde” lakabını veren ve eserlerinde bu mahlâsı kullanan Üftâde Hazretleri’nin tevhid anlayışı, sadece yaşadığı dönemin insanlarına değil, huzuru bulmak için farklı yollar arayan çağdaş insana, huzura giden yolu göstermektedir. Celvet anlayışını ön planda tutan Hz. Üftâde, her zaman halkla beraber olmuş, tevhidi halvette değil, celvette bulmayı önermiştir. Bu anlayış kendini merkeze koyan, benmerkezci ve her geçen gün daha da bireyselleşen, toplumdan ve sosyal hayattan çeşitli sebeplerle uzaklaşan çağdaş insana kendinden “fânî” olmayı, halkta Hak ile “bâkî” olmayı öğütler. Şiirlerinde tevhide ulaşmak için en iyi yollardan birinin zikir olduğu vurgulanır. Zikir; hâl ve kalp ile “Lâ İlâhe İllâllah” diyebilmektir. Bu anlayış başına en ufak kötü bir olay geldiğinde yıkılan, depresyondan çıkamayan, bir türlü mutluluk ve huzuru bulamayan 21. yüzyıl insanına, kötülükteki iyiliği görmeyi, birlikteki güzelliği idrak edebilmeyi öğütler. Şiirlerindeki bu vahdet anlayışı ile, vahdet-i vücud gibi kavramlar da işlenmiş ancak bunlar büyük bir titizlik içinde, büyük bir edep hali içinde aktarılmıştır. Hakikat hakkında ipuçları verirken bile, edep sınırları içinde hareket ederek, edebin önemini vurgular. Kenan Rifâî’nin de söylediği gibi “huzur, huzurda olmak” anlamına gelmektedir, “huzura götüren en güzel vâsıta da edeptir.”

KAYNAKÇA

Abdurrahman Yünal, Menâkıb-ı Üftâde, (Bursa: Celvet Yayınları 1996), s.38.

Arzu Eylül Yalçınkaya, Cemâlnur Sargut Sohbetler, (İstanbul: Nefes Yayınevi 2013)

Bedia Dikel, İsmail Hakkı Bursevî Kitab’ül Hitab, (İstanbul: Divan Matbaacılık 1976)

Hasan Kâmil Yılmaz, “Celvetiyye”, Türkiye’de Tarikatlar Tarih ve Kültür, (İstanbul: İSAM Yayınları, 2015), s.929-973.

İlhan Yardımcı, Hak âşığı Hazret-i Üftâde, (İstanbul: Sinan Yayınları 1980)

Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı Kubbealtı Lugatı İnternet Sayfası, http://www.lugatim.com

Mahmud Erol Kılıç, İbnü’l-Arabî, (Ankara: İsam Yayınları 2015)

Mevlüt Özler, “Tevhid”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt:XLI (İstanbul, Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Matbaacılık ve Ticaret İşletmesi, 2012), ss. 18-20.

Mustafa Bahadıroğlu, Üftâde Divanı, (İstanbul: Semeerkand Basım Yayın Dağıtım A.Ş. 2011)

Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, (İstanbul: Dergâh Yayınları 2014)

Mustafa Özdamar, Mehmed Muhyiddin Üftâde, (İstanbul: Kırkkandil Yayınları 2005)

Nihat Azamat, “Üftâde”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt:XLII (İstanbul, Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Matbaacılık ve Ticaret İşletmesi, 2003), s.282-283.

Sâmiha Ayverdi vd., Ken’an Rifâi ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık (İstanbul: Kubbealtı İktisâdî İşletmesi 2014)

Süleyman Uludağ, “Celvet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt: VII (İstanbul, Türkiye Diyanet Vakfı 1993), s.273.

Uzaktaki Yakin” Uluslararası Hz. Üftâde Sempozyumu, Bildiriler, 18-20 Nisan 2014

 

Ali Murathan Dikel’in 1. Uluslararası Tasavvuf Araştırmaları Lisansüstü Öğrenci Sempozyumu’nda sunduğu bildirisinin özet versiyonudur. 

TASAVVUFTA ŞÜKÜR KAVRAMI

Tasavvuf günümüzde düşünce yapısı, hayat tarzı, terbiye biçimi ile dinî hayâtın ve kültürün ayrılmaz bir parçası ve insanların ilgi odağı olmuştur. Tasavvuf, Peygamber ahlâkını örnek alan, Allah ve Peygamber’i sevmekle bütün insanları sevmeyi hedefleyen, insanlara hizmet etmeyi amaçlayan bir yaşam şeklidir. İnsanlar tarafından olumlu görülen duygu, düşünce ve davranışların daha da geliştirilmesi veya beğenilmeyen davranışların düzeltilmesi tasavvufun konusu olmuştur.

Bu davranışları günlük hayâta geçirmek isteyen gerçek mutasavvıf, dünyaya hakkını veren, kendisine verilen her güzelliği hâlinde ve üzerinde gösterip onun şükrünü ödeyen ve aynı zamanda âhirete de aynı değeri verendir. Dünya hayâtı ve âhiret hayatı dengede olunca bize düşen görev de her konuda daha iyisini yapmaya çalışmak olmalıdır. Bu da gayret ile olur. Gayret edip en iyisini yapmaya çalıştıktan sonra, sonuca rızâ göstermek ise şükürdür. Şükretmek de huzur bulmak demektir.

Başımıza gelen olumlu veya olumsuz olsun her hadisenin altında hikmetler vardır.

Hz. Peygamber (s.a.v.) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmaktadır. “Müminin durumu ne kadar şaşırtıcıdır. Zira her işi onun için hayırdır. Üstelik bu başkasına değil, sadece mümine has bir durumdur. Onun memnun olacağı bir şey gelse şükreder; bu hayırdır. Hoşlanmadığı bir zarar gelse sabreder; bu da onun için hayır olur.”

Nimetlerin en büyüğü nedir diye hiç düşündünüz mü? Akl-ı selîm kişiler, insan olarak yaratılmanın en büyük nimet olduğunu bilirler. Yüce Allah bize el, ayak, göz, kulak gibi organlar ve akıl vermiştir. Yediğimiz yiyecekler, soluduğumuz hava, bize sunulan bütün tabiat varlıkları hep birer nimettir.

Allah Teâlâ, “Ama kullarım içinde şükreden azdır.”  buyurmuştur. O halde

bize küçük bir iyilik yapana teşekkür ediyorsak, bizi mükemmel biçimde yaratan, sağlıklı bir vücut veren, herkese kendine has özellikler bahşeden, esirgeyen, koruyan Allah’a da teşekkür etmemiz gerekmektedir.

Sâmiha Ayverdi nimete şükür ile ilgili şöyle demiştir: “Geçen gün elimden anahtarımı düşürdüm. Şöyle elimle yokladım bulamadım. Onun üzerine eğilerek baktım, biraz ileride, halının püskülleri arasına girmiş; aldım ve Allah’ın iki görücü göz vermiş olmasına şükrettim. İnsanoğlu, kendisine ihsan olunmuş nimetleri ne derece kanıksamış…Sade bunların şükrünü edâ edebilse öyle bahtiyar olacak ki…”

İmam Gazzâlî, İhyâü Ulûmi’d-Dîn adlı eserinde konuyu şöyle açıklar:

İnsan başına gelen her türlü sıkıntı ve darlık karşısında çok sabırsızdır. Allah’ın nimetlerinin hepsini unutur, mahrûmiyetini göz önüne getirir ve bu mahrûmiyeti ile yatıp kalkar. İnsan tabiatı itibârı ile rahata meyleder ve alışır. İçinde yaşadığı nimetler onun için kazanılmış bir hak gibi olur. İnsan o nimete sahip olduktan sonra daha iyisini, daha çoğunu ve daha büyüğünü ister. Bu isteği ve rahatı, onu kendisine bu nimeti veren Allah’a şükretmekten alıkoyar.

İbn Atâ’nın şöyle dediği rivâyet edilmiştir:

Hz. Ayşe’nin (r.a) yanına vardım. Ona “Bize Allah Resûlü Muhammed’den (s.a.v.) gördüğün en ilginç şeyi söyler misin?’’ dedim. Bunun üzerine ağladı ve anlatmaya başladı: “Bir gece kalktı ve çokça su kullanmadan abdest aldı. Sonra namaz kılmaya başladı. Gözyaşları göğsüne akana kadar ağladı. Sonra rükûa gitti, yine ağladı. Secdeye vardı, yine ağladı. Başını secdeden kaldırdı, yine ağladı. Böylece ağladı durdu. Sonunda Bilâl geldi ve namaz vaktini bildirdi. Bunun üzerine ben ‘Ya Resûlullah, Allah senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışladığı halde neden ağlıyorsun?’ dedim. Şöyle cevap verdi: ‘Şükreden bir kul olmayayım mı?’

Şükür nimetin Allah’tan geldiğini bilmek, O’nun nimetine nâil olduğumuz için sevinmek, Allah Teâlâ’nın istediği ve sevdiği şeyi yapmaya çalışmakla olur. Allah’ın nimetlerine şükretmek, öncelikli olarak Allah’ın nimetlerinin bizim üzerimizde olduğunu bilmemizle olur. İkinci olarak, nimet verdiği için sevinmekle olur. Üçüncü olarak ise Allah’ın verdiği nimetlere şükretmek O’nun istediklerini yapmakla olur. Bu yüzden Şiblî şöyle demiştir: “Şükür nimeti değil, nimet vereni görmektir.” Bu aynı zamanda tevhid bilgisidir, nimeti başkasından bilmek ise bir tür şirktir. Şükrün hâl düzeyinde nimeti ve nimete kavuşmayı önemsemeyip bizzat nimet sahibinden dolayı sevinmek gerekir. Bu durumda şükrün amacı, nimetin kendisi değil onu veren olduğundan kul elindeki varlığı, Allah’ın rızâsı uğruna ve O’nun istediği şekilde harcar. Bu hâlin işareti, dünyanın sırf âhiretin tarlası olduğu için sevilmesidir.

Amel yönünden şükrün kalp, dil ve organlarla ilgisi vardır. Kalbin şükrü bütün yaratılmışlar için iyilik düşünmek, dilin şükrü Allah’a minnettarlığını ifade etmek, organların şükrü Allah’ın verdiği nimetleri O’na itaat sayılacak şekilde kullanmaktır. Kuşeyrî’nin de açıkladığı gibi, gözün şükrü başkalarında görülen kusuru örtmekle, kulağın şükrü duyulan kusurları ifşâ etmemekle olur.

Sonuç olarak insan hayatta maddî ve mânevî birçok sıkıntı ile karşılaşır.Yapan ve yaptıran Allah olduğuna göre, bize düşen tefekkür etmektir. Her hâdisenin hikmetini kavrayabilmek için düşünmek gerekir. İnsanların her an şükür hâlinde olmaları gerekmektedir.

Bize şahdamarımızdan daha yakın olan Yüce Allah’a bütün uzuvlarımız ve hislerimizle şükretmek, Allah’ın bizden râzı olduğu şekilde yaşamaya çalışmak gerekir.

İnsan kendine has bütün özelliklerinin, Allah tarafından kendisine ihsan edilmiş nimetler olduğunu idrak etmeli ve bu idrak ile zevk içinde yaşamalıdır. Şükreden insanın faydası kendinedir.

Yüce Allah’ın güzel isimlerinden biri olan “eş-Şekûr”, kendisinin rızâsı için amel edenlerin çabasını zâyi etmeyen, bilakis kat kat karşılığını veren demektir. Allah, kullarını şükür etmelerinden dolayı mükâfatlandırır. Bize düşen verilen nimetleri edep dâhilinde kullanmak, verilmeyenlerden dolayı sabır göstermek, nimetleri kullanırken sahibini unutmamak, râzı olmaktır.

 

KAYNAKÇA

Ayverdi, Sâmiha; Erol Safiye; Araz Nezihe; Huri Sofi,  Kenan Rifâi ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, İstanbul: Hülbe Basım ve Yayın A.Ş. 1983.

Çağrıcı, Mustafa, TDV İslâm Ansiklopedisi, Şükür, cilt 39.

El-Hakim, Suad, Yirmi Birinci Yüzyılda İhyâü Ulumi’d-Dîn,İmam Gazzâlî, İstanbul: Nefes Yayınları, 2015.

Özköse, Kadir, Tasavvuf  El Kitabı, Ankara:  Grafiker Yayınları, 2015.

Sargut, Cemâlnur, Mülk Sûresi “Tebâreke”,  İstanbul: Nefes Yayınları, 2014.

Uludağ, Süleyman, TDV İslâm Ansiklopedisi, Edep, cilt.10.

 

Güldemet Gültekin’in 1. Uluslararası Tasavvuf Araştırmaları Lisansüstü Öğrenci Sempozyumu’nda sunduğu bildirisinin özet versiyonudur.