“İnşallah İleride Bursevî Üzerine, Ken’ân Rifâî Üzerine Çalışan bir Japon Çıkar”

Maalesef dünyadaki son gidişat hepimizi üzen bir gidişat. İslâm dünyasının temsili, maalesef bazı ideolojiler, bazı akımlar ki bu ideolojiler ve akımlar aslında -adı belki söylenmiyor, artık cesaretle söylenmesi lâzım- petrodolarlarla bir yayılma fırsatı bulan Vahabî ideolojisinin sonuçlarıdır. Bunun üstünü örtmenin bir anlamı yok. Uzun yıllar Pakistan’da, Hindistan’da, Afganistan’da ve Afrika’nın bazı ülkelerinde açılan bazı bu zihniyetteki üniversiteler, fakülteler veya medreselerde eğitim gören çocukların en sonunda nasıl bir İslâm imajı çizdiklerini, nasıl bir ürün ortaya koyduklarını hepimiz maalesef üzülerek izliyoruz. 

Bunun yanında tasavvufî İslâm’ın, âriflerin temsil ettiği İslâm’ın maalesef bütün dünya genelinde bir garip olduğunu üzülerek ifade edeyim. Tabiî ki özellikle Anadolu coğrafyasının -Anadolu derken Anadolu’yu sadece bir lokasyon olarak söylemiyorum, bir kültür havzası olarak söylüyorum dolayısıyla buna Rumeli yani Balkan da dâhildir; Rumeli, Balkan bir bütündür- o açıdan Anadolu İslâmının mayasında yer alan, köklerinde yer alan tasavvufî İslâm’ın yani Yûnus Emre’lerin, Hacı Bektaş-ı Velî’lerin, Hacı Bayrâm-ı Velî’lerin, Mevlânâ’ların, on yıl civarında Anadolu’ya gelmiş ve irfanıyla insanları yıkamış, aydınlatmış olan Endülüslü büyük bilge Muhyiddîn İbnü’l Arabî’nin, bunun gibi büyük âriflerin hamurunu kardığı, mayasını çaldığı bir Anadolu İslâm’ının, yani Anadolu sûfî İslâmının hâmisi maalesef pek bulunmamakta. Belki günlük olarak bazı insanlar bununla ilgileniyorlar ama elinden tutup bunu bir resmen âdeta bir hayat, bir dünya görüşü olarak ilân edecek kimseler bulunmamakta. Bunlar içerisinde TÜRKKAD gibi bazı STK’ların yani sivil toplum kuruluşlarının bunun başını çekmesi sadece Türkiye içerisinde değil, bütün dünyada ellerinin uzanabildiği, imkânlarının elverdiği ölçüde işte önce Amerika’da başlayıp daha sonra Çin, ve şu an Japonya’da, Japonya’nın Kyoto Üniversitesi’nde “Sufi Studies” yani Ken’an Rifâî Tasavvufî Araştırmaları Merkezi’nin sponsoru olması, (…) hem maddî anlamda hem mânevî anlamda sponsoru olması gerçekten bence tebrike şâyan. Özellikle bu dönemde çok da takdir edilmesi gerekli bir hareket olarak görüyorum. Elinden tutulması, desteklenmesi gerekli bir hareket olarak görüyorum. (…)

Japonya’daki İslâm araştırma(cı)ları uzun yıllar değişik alanlarda çalışmalar yaptılar, nedense tasavvufla ilgileneni çok azdı. Var olanlar da Arap dili ve edebiyatı üzerinden veya Fars dili ve edebiyatı üzerinden ilgileniyorlardı. Ama bu son yeni nesille beraber üçüncü dönem dediğimiz, tasavvuf tarihinin üçüncü periyodu dediğimiz, özellikle şârihler diyebileceğimiz Osmanlı dönemi tasavvuf dünyasıyla ilgilenen, Osmanlı Türkçesi çalışan bazı genç kuşak Japon akademisyenlerin olması bence çok önemli bir nokta.

Çünkü bir İsmail Hakkı Bursevî, bir İsmail Ankaravî Dede, bir Niyâzî-i Mısrî gibi insanların yorumları, şiirleri, bir Yûnus Emre’nin yorumları, şiirleri aslında gerçekten İbnü’l Arabî’ye, Mevlânâ’ya, o çizgiye çok önemli katkı sunacaktır. Bunu maalesef dış dünya bilmiyor çünkü dil problemi var. Yani Türkçeyi bilmiyorlar. Çok az, akademiyada çok az insan Türkçe biliyor. Bilenler yani oryantalistik çalışanlar Arapça ve Farsça bildiği için Türkçeyi ihmal etmişler. Ama bu sayede inşallah ümit ediyorum ki Japonya’da bu vesileyle yeni kuşak nesil ilim adamları Türkçe’ye de önem verecekler.

TÜRKKAD’ın himmetiyle kurulmuş olan Ken’an Rifâî Tasavvufî Araştırmalar Merkezi inşallah burada bir model olur. Çin’deki Pekin Üniversitesi’nde açılanla beraber -ki birbirine çok yakın kültür havzaları bunlar- ümit ederiz ki çok güzel çalışmalar buradan çıkar. Japon öğrenciler burs alırlar ve tez yapmak için artık bizim sahadan, bizim coğrafyadan konular seçerler. Mesela bir İsmail Hakkı Bursevî veya bir Ken’ân Rifâî çalışan Japon ileride çıkar inşallah, ümit ediyoruz. Bu açıdan ben bütün emeği geçen kişilere, maddî ve mânevî katkıda bulunan kimseleri bir kere daha tebrik ediyorum, teşekkürlerimi sunuyorum çünkü çok önemli bir şey yapılıyor. Tasavvufî İslâm’ın akademik düzeyde, ciddi ve ilmî düzeyde elinin tutulması gerekiyordu uzun zamandır. Ben şahsen buna çaba sarf eden birisiyim ama maalesef kısmen başarılı olabiliyordum, bazı sebeplerden olamıyordum. Ama TÜRKKAD güzel bir organizasyon gerçekleştirdi. Ben tekrar tekrar tebrik ediyorum. (…)

Mahmut Erol Kılıç

(Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç – Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi – Kyoto Üniversitesi Ken’an Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin açılış töreninin ardından yapılan röportaj – 8 Mart 2016 )

 

“Ken’an Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi, Uzakdoğu’daki Gözümüz, Kulağımız Olacak…”

Kyoto Üniversitesi’nde açılan bu merkezin çok önemli bir adım olduğunu, çok târihî bir adım olduğunu düşünüyorum. Japonya’da neredeyse yüz küsur yıllık bir geçmişi olan İslâmiyat çalışmalarının son otuz-kırk yılında tasavvufî çalışmalar, tasavvuf alanındaki çalışmalar ciddi bir ivme kazandı. Özellikle Izutsu’nun başlattığı bir ilginin devamında olan şimdiki o üçüncü, dördüncü kuşak arasında ciddi bir tasavvuf araştırmacısı grubu birikti, oluştu. Fakat bu sefer bu merkezin burada açılmış olmasının anlamı ve önemi biraz da bu grubu oluşturan üyelerin, bilim adamlarının, araştırmacıların arasında Türkçe bilen birtakım hocaların bulunması. Türkçe biliyorlar, bir kısmı Türkiye’de ciddi bir süre kalmışlar. Osmanlıca okuyabiliyorlar ve Türkçe yazılmış, Osmanlıca yazılmış kaynaklarımıza belli oranda hâkimler. Dolayısıyla sonucun biraz şöyle bir şey olması beklenir ve umulur inşaallah: Japonya’da açılan bu önemli tasavvuf araştırmaları merkezi özellikle Anadolu’daki Türkiye’deki Osmanlı tarihinde üretilmiş olan Türkçe yazılmış tasavvuf kaynaklarının Türkçe dışındaki dillerde tekrar yaşaması, canlanması, ihyâ edilmesi (bakımından) gündeme gelmesini sağlayacaktır kanaatindeyim.

Başka bir önemli tarafı da şu: Özellikle Orta Doğu merkezli tasavvuf araştırmaları veya Hindistan merkezli tasavvuf araştırmaları ciddi bir birikime ulaşmış durumda. Fakat Uzak Doğu’daki tasavvuf araştırmaları konusunda hâlâ kat edilecek çok mesâfe var. Malay Takımadaları, Cava, Endonezya arka planı hatta Çin, Çin’deki Uygur varlığı, Uygur Türkleri’nin varlığı, buralarda da ciddi bir tasavvufî gelenek, birikim var; önemli figürler, akımlar hâlihazırda yaşıyorlar. Fakat bize uzaklığı sebebiyle, yani coğrâfî olarak Türkiye’ye uzaklığı sebebiyle biz buralarla yeterince ilgileniyoruz diyemeyiz. Dil engelleri, coğrâfî engeller vesaire…

Bu merkez aynı zamanda âdeta (…) bir tür Uzak Doğu’daki gözümüz, kulağımız olacaktır kanaatini taşıyorum. Bu açılış süresince, bu geçirdiğimiz birkaç gün boyunca çok kıymetli anlara şâhit olduk. Çok güzel tanışıklıklar, dostluklar edinildi. Cân-ı gönülden koşturan ve hizmet etmek isteyen insanlarla bir arada olduk. Japon arkadaşlarımız arasında da hakikaten çok hevesli, kafasında bir sürü gündemi olan, gündem başlığı olan, birçok projeye başlamak için hevesli bir topluluk gördük. Çok genç olan arkadaşlar var. Meselâ işte burada İmam Birgivî üzerine çalışma yapmış, Abdulganî Nablusî üzerine çalışma yapmış, yapmakta olan, Abdullah Bosnevî üzerine çalışmış, çalışmakta olan gibi -yani çok ilginç bir şekilde burada olmasını beklemediğimiz- birtakım, yani karşılaşmayı beklemediğimiz birtakım başlıkların, projelerin, soruların, sorunların gündemi olduğunu gördük.

Kyoto Üniversitesi’nde sürpriz bir şekilde çok önemli birtakım dersler açılmış. Türkçe dersi var, Osmanlıca dersi var. Bu merkez bu derslerimizi domine edecektir, bu dersleri de daha ileriye taşıyacaktır kanaatindeyim. Osmanlıca dersinde Türkiye’deki birçok sosyal bilimler alanında faaliyet gösteren fakültelerde bile okutulmayan birtakım Osmanlıca metinlerin okutulduğunu gördük. Okutan arkadaşlarla tanıştık. Târih-i Nâimâ’yı okutuyor meselâ. Âşıkpaşazâde Tarihi’ni okutuyor, yani Osmanlıcasını okutuyor, bunu okuyan Japon öğrenciler var. Bu merkez aynı zamanda burada birikmiş olan bu enerjiyi de belli istikāmetlere kanalize edecektir kanaatindeyim. Osmanlıcanın, Türkçenin burada bir kez daha mevcut çalışmaların üzerinde canlanarak yükseleceği kanaatindeyim. Yeni meraklıların doğacağı kanaatindeyim.

Japonca gibi bizim uzak olduğumuz ve tanımadığımız bir dilde üretilen çok önemli tasavvufî birikim var, bilimsel birikim var. Yazılmış makāleler var, yazılmış kitaplar var. Izutsu’nun bizzat kendisinin kitapları ve diğer arkadaşların çalışmaları var. Meselâ bu çalışmalar Türkiye’de tanımadığımız çalışmalar. Bunları tanıma imkânı bulacağız. Izutsu’dan sonra onun bıraktığı yerden devam eden arkadaşların da yaptıkları konusunda fikir sahibi olacağız. Bir de tabiî onlar da bizim çalışmaları tanımış olacaklar. Hâsılı hakikaten çok önemli bir adım, önemli bir başarı. Allah bu teşebbüsü hayırla sonuçlandırsın, muvaffakiyetler versin. Gönül vermiş olan bütün hâdimlerine, hizmet edenlerine Allah sağlık, sıhhat, âfiyetler versin, güç versin. Daha da ileriye taşımak için inşaallah fetih nasip etsin, büyük açılımlar nasip etsin diye duâ ediyoruz.

Ahmet Murat Özel

 

(Yrd. Doç. Dr. Ahmet Murat Özel – Yalova Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi – Kyoto Üniversitesi Ken’an Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin açılış töreninin ardından yapılan röportaj – 7 Mart 2016)

 

“Hakikat Boyutuna Dâir Dile Getirilen Her Şey Bütün İnsanlık Âilesini Birbirine Bağlar”

Ken’ân Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi daha önce hem North Carolina’da hem Çin’de açılmış olan tasavvuf araştırmaları ile ilgili kürsülerin Uzakdoğu’daki bir diğer ayağı ve bunun önemi şuradan kaynaklanıyor: Bu merkezin Hem Batı’nın hem Çin medeniyetinin ve diğer önemli bir ayak olan Japon medeniyetinin bizim kadim geleneğimiz olan tasavvuf ile ilgili araştırmalarda bir ev sahipliği yapması… Hem buradaki Orta Doğu çalışmalarına hem de tasavvuf ile ilgili buradaki çalışmalara bir ev sahipliği yapması… Kyoto Üniversitesi çerçevesinde düşünülerek böyle bir girişim başlatıldı. Bu girişimi başlatanlar(la), aslında târihî bir âna tanıklık ediyoruz hep birlikte. 

İslâmî araştırmalarda aslında Japonya’nın yeri biraz eskilere dayanıyor. Bizim jenerasyon bir Japon araştırmacının Kur’an’la ilgili bir çalışmasıyla büyümüştür. O eseri ilk fakülte yıllarında okuduğum zaman Japon bir bilim adamının böyle bir eseri yazmış olmasına bir taraftan hayret etmiştim bir taraftan sevinmiştim. Rahmetle anıyorum kendisini, Toshihiko Izutsu’nun “Kur’ân’da Allah ve İnsan” çalışması bu alanda önemli bir katkı mâhiyetindedir.  (…) Japon kültürüyle şöyle bir bağlantımız var. Tasavvufî gelenekte şöyle bir sözden bahsedilir. “Lâ fetâ illâ Ali ve lâ seyfe illâ zülfikâr.” Ali gibi fetâ, Ali gibi yiğit; Zülfikar gibi kılıç olmaz. İşte o fütüvvet anlayışı, Ahîlik anlayışı Anadolu tasavvufunda, Anadolu insanının üzerinde lonca teşkilâtlarıyla vesâire ciddi hizmetler vermiş tarih boyunca. Biz o fütüvveti, özellikle benim jenerasyonum üzerinden söyleyecek olursak biraz Japon şogunları üzerinden öğrenmiş olduk. O şogunların dirâyeti bize hep fütüvvetnâmelerde anlatılan eline, beline ve diline hâkim olan o insan tipinin bizim kültürümüzdeki bir yansıması gibiydi. Ki fütüvveti Hallâc-ı Mansur üç tane temel kavramdan birisi olarak sayar: “Tevhid, aşk ve fütüvvet” der.

Bu anlamda Japon geleneğinde bir disiplini görüyoruz. Din çok fazla hayatlarında görünmese bile aslında dinin insanlara vermek istediği en temel birinci hedeflerden birisi irâde sahibi, sorumluluk sahibi insan portresidir. Japon insanında buna bir yatkınlık görüyoruz. O yüzden tasavvufa karşı, aslında hem İslâm’a hem tasavvufa karşı (…) kendi kadim geleneklerinden gelen bir yatkınlıktan bahsedebiliriz. İş yapmalarındaki titizlik, gündelik yaşamlarındaki sabır, her yaptıkları işe özen gösterme… (…) Ne yaparsanız yapın, Allah her yapılan işin iyi derecede yapılmasından hoşlanır, bunu sever, diye bir hadis aklıma geldi. Japonlar burada gündelik gezilerimizde de bunu görüyoruz, seyahatimiz esnâsında da, her yaptıkları işe, basit bir yemek dahi olsa son derece özen gösteren bir tutum içindeler. Bu anlamda Ken’ân Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi hem Japonya’nın en eski devlet üniversitesi konumunda olan (…) Kyoto Üniversitesi’nin ev sahipliğinde  (…) Uzakdoğu insanıyla İslâm medeniyetindeki hem tarihte hem günümüzde yapılan çalışmaları koordine etmesi bakımından da önemli bir merkez hüviyetine bürünecektir. 

Tabiî bu tür çalışmaların diğer bir katkısı şu olacaktır yakın ve uzak gelecekte: Günümüzde medeniyetler arası çatışmaların, medeniyetler arası ihtilafların, savaş senaryolarının konuşulduğu günümüzde aslında medeniyetlerin birbirlerini yeterince tanımadığını, bu tanımayışın daha sonra kavram anarşisine, daha sonra bunun bir fiziksel ayrılıklara neden olduğunu görüyoruz. Bu tür enstitüler öncelikli olarak buralarda, mutfakta üretilecek bilgiyi ilim âlemine tanıtacak, bunlar yayınlarla, eserlerle daha kalıcı hâle getirilecek, daha sonra bunlar halkların birbirlerini tanımalarında çok etkili olacaktır. (…) Hakikat boyutuna dâir dile getirilen her şey bütün insanlık âilesini birbirine bağlar diyebiliriz. Enstitünün bu tür çalışmalara büyük katkısı olacağını umuyorum. Hayırlara vesile olmasını diliyorum. Emeği geçen, başta TÜRKKAD ve diğer emeği geçenlerin hepsine buradan şükranlarımı sunuyorum, saygılarımı sunuyorum. 

Osman Nuri Küçük

 

(Doç. Dr. Osman Nuri Küçük – Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü – Kyoto Üniversitesi Ken’an Rifâî Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin açılış töreninin ardından yapılan röportaj – 7 Mart 2016)

 

Kiraz Ağaçlarının Gölgesinde

Bir senedir öğretmenimi görmek nasip olmadı. Bazen merak ediyorum, Yaradan’ın planı nasıl şekilleniyor; neleri, neden bize nasip ediyor, neleri, neden etmiyor… Biliyorum ki her şey bizim olgunlaşmamız için… Yine de gönül sual etmeden, tefekkür etmeden duramıyor. Japonya’ya yapılan seyahate katılmak nasip olmadı; fakat Kyoto Üniversitesi’ndeki açılış konuşmalarının hepsini internetten izledim.

Japonya benim gördüğüm bütün ülkeler arasında aşkı en çok hissettiğim ülkelerin başında geliyor. Japonya’nın kültürü ile tasavvufî bakış açısının inanılmaz derecede örtüştüğüne, Japon dostlarımız ile ‘özen’ değerinde birleşen bir “edep beraberliğimiz” olduğuna inanıyorum ben. Meselâ ülkenin kırsallarında, kişiler bir odadan çıkarken arkasını dönüp çıkmaz; oralarda, tıpkı bizim ‘dergâh’ adabımızda olduğu gibi, gülümseyerek ve saygıyla öne eğilerek çıkar. Sonra her şeye – herkese değil – ihtimam ile yaklaşır Japon dostlarımız. Kenan Rifâî Hazretleri’nin ayakkabılarına gösterdiği hürmet geliyor aklıma… İnancım odur ki aynı imandan doğan davranış şekilleridir bunlar…

Açılış konuşmalarından en çok muhterem hocamız Mahmut Erol Kılıç Bey’in konuşması beni etkiledi. Zira konuşmasına “zor zamanlardan geçiyoruz” diyerek başladı; gerçekten de öyle…

Türkiye’de vatandaş olmanın, dünyada insan olmanın, Avrupa’da Orta Doğulu; Batı’da Müslüman olmanın çok zor olduğu zamanlardan geçiyoruz.

Tarihe dönüp baktığımızda insanlığın sınandığı her dönemde bizden büyük bir kuvvetin bize –insanlara– bir ders vermeye çalıştığını görüyoruz. Hayatın eğitme anlayışında, önce “cemâl” ile uyarma, olmaz ise “celâl” ile pişirme var. Biz garibanlar ise, bize verilen sembolik ikazları maalesef dünya meşgaleleri arasında, maddiyat peşinde koşarken görmüyor, göremiyoruz. Ancak başımıza bir felâket gelir de, gönül gözümüz açılırsa ‘ne oluyor?’, ‘neden oluyor?’ diyebiliyoruz.

Bütün değerlerimizin yeniden sınava çekildiği zamanlardayız. “Olmaz” dediğimiz şeylerin olduğuna şâhit olduğumuz dönemlerdeyiz. Görevimiz çok ağır ama bir o kadar da güzel. Hayata rağmen Yaradan’a sığınmak, o ne güzel bir fırsattır…

Kyoto Üniversitesi’nde açılan merkezimiz tıpkı ABD’de ve Çin’de açılan kürsülerimiz gibi, iki kültür arasında köprü kurmak amaçlı. Karşılıklı görüş alışverişi yapmak, önyargıları yıkmak, korkuları yenmek ve sevmek amaçlı… Cân-ı gönülden dilerim ki, inşaallah bir kürsümüz de Avrupa’da kurulsun. Dünyanın buna ihtiyacı var; hem Batılı dostlarımızın, hem Doğulu dostlarımızın buna ihtiyacı var. Müslüman kardeşlerimizin buna ihtiyacı var; ben böyle iman ediyorum.

Bir ummana dalmış gidiyoruz. İslâm’ın iki kanadından biri maalesef kırılmış. Çalışmamız, çok çalışmamız gerek! Çalışıp kanatlarımızdan birini tamir etmemiz, hakikati bizzat hayatımıza yeniden yerleştirmemiz gerek. Bunun için de bir yandan kendi nefsimizi ‘adam’ etmeye çalışırken bir yandan da kürsüler kurup bizden ‘farklı’ insanlara ulaşmamız gerek. Allah nasip etsin inşaallah…

Japonya’yı Gördüm

Mart ayında Kyoto Üniversitesi’nde bir tasavvuf araştırmaları merkezi kuruldu. İmza törenine katılma ve bu muhteşem olaya şâhitlik etme şansım oldu. Doğrusunu söylemek gerekirse böyle bir başlangıcın ne kadar önemli olduğunu bu yazıda anlatmak niyetinde değilim. Tezahürü pek çok yeniliğe önayak olacak böyle bir girişimin etkilerini ancak yıllar içinde idrak edebileceğimiz inancındayım. Şu andaki hislerimizin umut ve heyecan olduğunu, ancak bu açılışın mânâsını tam olarak idrak edilmesinin sadece birkaç şanslıya nasip olduğunu düşünüyorum.

Japonya’ya ayak bastığımız andan İstanbul’a kadar geçen süre daha çok bir hayal âlemi gibiydi. Kyoto ve Tokyo’da bulunmak, alıştığım ve bildiğim pek çok gündelik detaydan farklı bir tecrübeydi. Bu yazıda sizlere bu gezideki birkaç gözlemimi ve tecrübemi aktarmak istiyorum.

Japonya’da hayat sâkin, düzenli ve yumuşak akıyor. Gündelik yaşam, sonu gelmez bir koşturmacadan ziyade ânı idrak etme prensibine göre işliyor. Yemek yediğimiz pek çok restoranda bu sükûneti hissettim. Servis yapan kişiler gayet zarif ve harmoni içinde hareket ediyorlardı. İnsanlar sohbetlerini sessizce yapıyor, yemekler uğultu olmadan yeniyordu. İnsanların hareketleri yavaş, sessiz ancak serî idi. Temizlikleri ise her hallerinden belli idi. Kötü koku ya da tavır kesinlikle yoktu.

Yolda tanımadığım birine herhangi bir şey sorduğumda, karşımdakinin çok samimi yardım etme istediğini gördüm. Baştan savarak ya da acele ile değil, gerçekten yardım etmeye çalışan çok zarif insanlarla karşılaştım.

Japon geleneğinde birini araba ile uğurlarken arkasından el sallamak âdetmiş. Biz her seferinde otobüse binerken tüm güler yüzleri ile bize dakikalarca candan el sallayan kişileri tanıma fırsatım oldu.

Bir Japon ile konuşurken, yüz ifadesinin, beden dilinin ve mimiklerinin edep içinde olduğunu ve karşısındakine karşı çok saygılı ve sabırlı davrandığını gözlemledim. Güleryüz hepsinin ortak özelliği gibiydi.

Kyoto’dan Tokyo’ya geçerken hızlı trenlerin vakte ne kadar riâyet ettiklerini ve sadece 1 dakika istasyonda kalıp hareket ettiklerini gördüm. Alışık olduğumuzun aksine bu 1 dakika içinde trene inenler ve binenler arasında herhangi bir karışıklık ya da kaos olmadı.

Tokyo’ya vardığımızda bir otobüs ile otelimize doğru giderken dünyanın en büyük metropollerinden birinde değil de sanki Maşukiye’de gibiydik. Trafikteki sessizlik gözlerimizi kapattığımızda bir sayfiye yerinde olduğumuzu düşündürebilirdi bize.

Orada insanların genellikle çok küçük porsiyonlarda ve yavaş yemek yediklerine şâhit oldum. Şimdi düşünüyorum da bir haftalık seyahat boyunca kilolu bir Japon’a rastladığımı hatırlamıyorum.

Bir bahçeyi gezmek için otobüsten indiğimde, elimdeki kahve bardağını atmak için çöp kutusu aradım. Ancak göremedim. Rehberimize sorduğumda terör olaylarına karşı çöp kovalarının toplatıldığını söyledi. Gayri ihtiyârî çevreme baktım. Cadde benim evimin salonu kadar temizdi. Rehberimiz gülümsedi. “Bizler çantamızda bir poşet taşırız, gün içinde çöplerimiz için bu poşeti kullanırız ve akşam eve gidince atarız” dedi. Bizim durumumuzu düşününce ben de gülümsedim.

Elektronik marketleri gezerken, her ihtiyacın nasıl titizlikle düşünüldüğünü ve buna uygun çözüm geliştirildiğini gördüm. İlimde ve teknolojide bu kadar ileri olmalarının bir tesadüf olmadığını ben seyahatte öğrendim.

Teknolojik gelişmenin ve çağa ayak uydurmanın geleneği bırakmayı şart koşmadığını, bilâkis her ikisinin de var olduğu bir toplumda insanların daha huzurlu olduğunu, birinin diğerinin yerine geçmesine gerek olmadığını canlı bir örnek ile yaşamış oldum.

*****

Japonya’dan ve Japonlardan her birimiz ayrı ayrı etkilenmiş olarak döndük. Bu güzel anı hâlâ çok tazeyken dün televizyonda bir habere takıldı gözüm. Japonya’da geceleri içinde uyunabilecek kütüphaneler açılmaya başlanmış. Geç saatlere kadar kütüphanede çalışanların eve dönmeden uyuyabilmeleri ve çalışmaya ertesi sabah devam edebilmeleri için… Kyoto sokakları, târihî tapınaklar, kimono ile gezen genç kızlar, Tokyo’daki gökdelenler, metro sistemi, zarif sunumlu yemekler, Fuji Dağı, birbirinin üstüne köprü gibi inşaa edilmiş yollar geçti gözümün önünden.

Gülümsedim.

Kök ve Meyve

Japonya ve Türkiye’nin birçok ortak yönü olduğunu fark etmiş bulunuyorum. Meselâ ‘Anadolu’ kelimesinin anlamlarından biri “Güneş’in doğduğu yer” olarak geçiyorken, Japonya’nın adını oluşturan kanji karakterler de “güneş” ve “köken” anlamına geliyormuş. Bu nedenle Japonya “Doğan Güneşin Ülkesi” diye de biliniyormuş. İki ülkenin de etrafı mavi sularla çevrili, iki ülkenin insanları da edep ve hürmet konusunda çok titizler. Önemli bir ortak yönümüz daha var: Çalışma azmimiz. Her ne kadar şu anda geçmişe oranla daha az faal isek de iyi biliriz ki Mustafa Kemâl’in dediği gibi “Türk milleti çalışkandır.” Japonlar da âşikâr olduğu üzere çok çalışkan bir millet. Onların kalkınma ve teknoloji açısından bizden daha ileride olmalarının sebepleri elbette uzmanlık gerektiren bir araştırma konusu. Ama ben kendi çapımda da olsa bunun üzerine biraz eğilmek istiyorum.

Kalkınma çerçevesinde dikkat çeken noktaların belki de en önemlilerinden birisi Japonların harflerini değiştirmeden, kendi kültürel değerlerini bir kenara atmadan bu gelişmeleri sağlayabilmiş olmaları. Demek ki insan yazısını, an’anesini, geleneğini değiştirmeden de onları atmadan da gelişebiliyor, ilerleyebiliyor. Zaten gelişmek demek kökleri üzerinde yükselmekle olan bir şey değil midir? Kökle irtibatlı olmayan dal büyür mü, meyve verebilir mi?

Türk-İslâm tarihinde seyredilen o çalışma disiplini, üretkenlik ve hizmet gayreti sonucunda ortaya benzersiz eserler konmuş. En büyük eser ise bu milletin ta kendisi. Bütün kültürel değerleriyle, an’aneleriyle, renklilikleriyle bir şâheserdir bizim milletimiz. İşte bu yüzden üstü hep örtülmeye çalışılmış ve çalışılmakta. Latin harflerine geçişimizle de iyice şaşkına döndürülmüşüz; hiçbir şey bilmeyen, câhil bir millet olarak nitelenmişiz. O muazzam eserler kâğıt parçası hatta çöp muamelesi görmüşler. O muazzam birikimi hor görmek maalesef şeref yerine geçirilmiş.

Depresyonda olduğuna inandırılan, kudretli bir insan gibi düşünüyorum ben milletimizi. Buradaki sorun, bizim bu uyku ilaçlarını almayı reddedemeyişimizde olmalı. Belki hassas bir döneminde, zayıf düştüğü bir anda hasta olduğuna inandırılmış, âciz ve perişan bırakılmak istenen bir koca yiğit gibiyiz. Tedavi adı altında verilen zehirlere ne yazık ki karşı koyamamışız. Hatta bunların savunuculuğunu bile üstlenmişiz. Meselâ “Efendim, divan edebiyatını anlayan yok, bunu okusak ne okumasak ne, bunların ne lüzumu var?” “Osmanlıca öğreneceksiniz de ne olacak, mezar taşlarını mı okuyacaksınız?” diye verilen akıl ile “Ayasofya bir müzeyken minarenin orada ne işi var, orada minareye ne lüzum var?” diye verilen akıl aslında aynı mantık sahibine âit. Bu sözlerse çok acıklı, çok ıztırap verici, çok tehlikeli sözler. Geçmişiyle bağları koparılmak istenen, sanatından, mûsıkîsinden, tüm kültür ve şahsiyetinden uzaklaştırılmak istenen bir milletiz. Yahya Kemâl şöyle diyor:

Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi!
Senin uğrunda ölen ordu budur yâ Rabbi!
Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın
Gālib et, çünkü bu son ordusudur İslâm’ın

Büyüklerimizin tespitlerine göre hakikî Müslümanlığı yaşayan, adeta İslâm’ın son ordusu olan Türk milletidir. Türk milleti, sadece Türkiye için önemli değildir. Türk milleti tüm dünya için önemlidir. Milleti millet yapansa onun köklerindeki özü, kültürüdür. Bugün Japonya’yı da, Amerika’yı da, Çin’i de “medeniyet”le buluşturmakta olan ilim işte o kültürün meyvesidir. Durum böyleyken harf inkılabından sonra geçirdiğimiz travma sonucu hâlâ üzerimizden atamadığımız iki etki var: Aşağılık kompleksi ve kendimize güvenememe. Ama burada takılıp kalamayız… Zira Mehmet kif’in tarihi aşmakla nitelediği, tarihe sığdıramadığı Bedr’in aslanlarıyla bir tuttuğu işte biziz. Tevhid için, İslâm’ın son ordusu olarak savaşan biziz. Japon için de, Çinli için de, Amerikalı için de, yarın belki Koreli için de, Rus için de, Yunan için de örnek olacak şahsiyet işte bizim kültürümüzde. Nerede kaldı aşağılık kompleksi, nerede kaldı yabana hayranlık, nerede kaldı depresyon?.. Biz cehâlete hükümlü, rotasından, yolundan şaşan değil, tarihi aşan, aşmak zorunda olan, vazifeyle yükümlü bir milletiz.

….
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhîdi
Bedr’in aslanları ancak bu kadar şanlı idi
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın
“Gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın

Muhammedun Resûlullah

2015 “Dost” İslâm’a Hizmet Ödülleri Gecesi’nde René Guénon’un oğlu Abdülvâhid Yahya Beyefendi’nin tercümanlığını yapma şerefi fakire nasib oldu. Bir derviş evinde yetişmiş olduğu belli, vakur, nazik, zaman zaman azametli fakat hep yüzü gülen bir insan. Ödül töreninde sahneye çıkana kadar kuliste bolca sohbet etme fırsatımız oldu.

Kendisi babasını görememiş. Annesi, babasının ölüm döşeğinde kendisini çok özleyeceğini söyleyince, René Guénon doğacak çocuğa kendi isminin verilmesini vasiyet etmiş ve onunla avunmasını salık vermiş. Vefatından sonra dahi dünyanın dört bir yanından müfekkirleri etkilemeye devam eden bu büyük insanın, oğluyla avunulması konusunda da haklı çıkmış olduğunu gördüm nâçizâne. Edebi, tavırları ve babasının hâtırasına lâyık yaşantısının yanında, yaptığı konuşmayla da babasının mâneviyatını ödül törenine taşımada üzerine düşeni eksiksiz yerine getirdi.

Ödül takdiminden önce, konunun uzmanları René Guénon’un neden bu kadar önemli olduğunu tafsilâtlı şekilde anlattılar. Abdülvâhid Yahya Beyefendi de bu anlatılanların üzerine bir şey eklemek hususunda aczini belirterek konuşmasına başladı. Fakat yine de hayatı hakkında birkaç söz söylemek istediğini söyledi.

Bahsettiği birkaç şey, tüm gecenin özetini, ruhunu ve merhum babasının ve o yolda gidenlerin neden tekrar tekrar anılması gerektiğini çok açık şekilde ortaya koydu. Kısaca hayatının üç dönemi olduğunu anlattı:

“Lâ ilâhe / illallah / Muhammedun Resûlullah.”: “Sahte ilahların reddi / Vahdetin tasdîki / Kur’an’ı hayata geçirmek, böylece Allah’a ulaşmak.”

René Guénon ve kemal yolunda yürüyen diğer mübâreklerin tümünün hayatı, bu üç düstur üzerine kuruludur desek, ne eksik ne de fazla söylemiş oluruz. Fakat avamla aralarındaki en büyük fark, üçüncü unsurda ortaya çıkıyor. Hz. Peygamber’i kendisine rehber edinip onun ahlâkı ile ahlâklanamayan kimse, ilk iki unsurda da eksik bir taklit ehli olmaktan ileri gidemiyor.

Cemâlnur Hocam’ın yıllardır üzerine nefes tükettiği konu da bu: Peygamber, Peygamber ve yine Hz. Peygamber!

Bu üçüncü adımdaki eksiklik İslâm’a yabancı olanların algılarını kapattığı gibi, biz müslümanlarda da büyük kusurların ortaya çıkmasına sebep oluyor. İslâm’ı bilmeyenler çoğu zaman ya dünyada müslüman olduğunu iddia eden topluluklara bakarak ya da çok az anlayabildikleri Kur’an’dan âyetler seçerek İslâm hakkında hüküm vermeye çalışıyorlar. Böyle bir çaba maalesef çoğu insanı bilmedikleri bir zenginliğin dışında kalmaya itiyor. Hz. Peygamber’in hanımlara saygı ve ihtirâmından bîhaber kimseler, İslâm’ın kadın hak ve hukûku konusunda sorunları olduğu sonucuna varabiliyor. Ya da Hz. Peygamber’in en büyük tavsiyesinin ilim tahsil etmek olduğunu anlayamayanlar, son yüzyılda müslüman devletlerin yaptığı teknolojik gelişmelere bakarak İslam’ın ilmî terakkî noktasında gerici, bağnaz bir sistem olduğu görüşüne varıyor.

Buna benzer şekilde kendi dininin peygamberini anlamakta âciz kalan biz müslümanlar da, “hak” dine en büyük zararı vermiş oluyoruz. İslâm adına mâsum insanlara kıyanlardan ya da hâlâ araç kullanmanın haram olup olmadığını tartışanlardan da bahsetmiyorum. Günlük hayatımız dâiresinde bizlere bakıldığında, Peygamber evlâdı olduğumuz âşikâr olmuyorsa, elîm bir hatâ içinde olduğumuz maalesef açıktır diye düşünüyorum.

O Allah’ın sevgilisinin birisinin konuşmasını dinlerken iki omuzunu o kişiye çevirip dikkatle dinlemesini, baktığı koyunlarını dahî tek tek isimlendirerek ayrı ayrı sevmesini, misafirlik adabını, çocuklara olan derin saygı ve sevgisini, giyimindeki tevâzuyu temizlik ve estetikle birleştirebilmesini, her an bir hizmetle meşgul olmasını ve daha nice güzel huyundan birkaçını kendi hayatımızın bir parçasına yansıtabilsek, aklı olan her kulun bugün biz müslümanlara bakarak gözyaşlarıyla “Lâ ilâhe illallah!” dediğine şahit olurduk.

René Guénon’un bir filozoftan farkı, düşündüklerini hayatına nakşedebilmiş olması. İşte bu özelliği sayesinde de binlerce insanın İslâm’la müşerref olmasına vesile olabilmiştir. Abdülvâhid Yahya Beyefendi hâlâ babası sayesinde İslâm’ı kucaklayan yüzlerce insanın hikâyesine şâhit olduğunu söylüyor. Bu güzel insanın hayatının özünü çok veciz, bir o kadar da derin bir mânâda bizlere aktardığı için kendisine şükranlarımı sunuyorum.

Hakikatte Kimiz?

Bir sohbet meclisinde duyduğum şu cümleler uzun zamandır zihnimde: “Refleksiniz dinî bir cümle olsun, yani dilinizin hemen altındaki Allah olsun ve unutmayın ki nefsinize ağır gelen bir şeyle karşılaştığınız an verdiğiniz o ilk tepki, hakikatte kim olduğunuzu gösterir.”  

Duyduğum an yüzümde hissettiğim tokadın izi hâlâ duruyor sanki. Aslında bu cümleler, çocukluğumdan beri farklı kelimelerle hep işittiğim ifadeler… Fakat her şeyin bir vakti olduğu gibi, bu ifadelerdeki mânânın beni alt üst edeceği zaman da galiba o gündü. Çünkü bu konuyla ilgili hatâlarım birikmişti. Ayrıca yaptıklarımın farkında olduğumdan kendimi gözaltına almıştım ve böylece karşıma çıkan bu cümleler yahut söyleyen kişi beni kendime getirivermişti. Cenâb-ı Hak da vesile kıldıktan sonra… İşte o gün oturduğum koltukta ufaldıkça ufaldım sanki.

Biliyoruz ki dünya gailesi içinde güllük gülistanlık bir hayat sürmek, rahat etmek pek mümkün değil… Bu dünya sahnesinde bizim gibi milyarlarca insan var, bir de herkesin kendi içinde ruh ile nefis mücadelesi var. Bu yüzden en ufak şeyden tetiklenip istemediğimiz refleksleri göstermek ve yoldan çıkmak ile yolda kalmak arasında gidip gelmek çok kolay… Peki yaşadıklarımız karşısında ne tür reflekslerimiz oluyor? İlk tepkilerimizde ne yapıyoruz? Öfkemizi dışa vurup karşı tarafa mı kızıyoruz, yoksa içimize atıp gönlümüzü mü kirletiyoruz? Sıkıntı karşısında ağlayıp isyan mı ediyoruz, yoksa kimden geldiğini unutarak sûretlere mi takılıyoruz? Yahut bir başarı elde ettiğimizde, bir nimetle karşılaştığımızda kendimizden mi bilip seviniyoruz?

Üzerinde düşünsek söylenecek o kadar çok şey var ki… Her an bir imtihan… İşte imtihanlarımıza gösterdiğimiz tepkilerle hayatı ya kendimize kolaylaştırıp cennet kılıyoruz yahut daha da zorlaştırıp zindan ediyoruz. Ve kim olduğumuzu, yani nasıl bir kul olduğumuzu farkında olmadan ortaya koyuyoruz her defasında…

Bu yüzden davranışlarını kontrol altına almalı insan… Kontrol altına almaktan kasıt ise şu: Allah’ın rızasına aykırı söz söylememek ve nimette de belâda da, her durumda “Senden Allah’ım!” diyebilmek. Sonuç olarak ne sevin ne üzül ne öfkelen ne de isyan et… İşte insan bunları hakkıyla yapabilirse gerçek bir mümin oluyor. Yoksa nefsine ağır geldiği için isteyerek yahut istemeyerek ortaya koyduğu tepkiler, onun Allah’a değil de nefsine kul olduğunu gösteriyor.

Hâsılı, keşke durup gönül aynamıza bakabilsek ve hep uyanık olabilsek… Zira bu yolda “Ben Müslüman’ım.” veya “Ben iman sahibi biriyim.” demekle iş bitmiyor. Cenâb-ı Hak bizden delil istiyor! Duyduklarımızı hâl etmek nasip olsun inşaallah…

Aklı Çıkar Aradan, Görünür Olsun Yaradan

Biz sıradan insancıklar yüksek mânevî deneyimler ve kerâmetler ile yaratıcıyı görmeye, deneyimlemeye istekliyizdir genelde. Çoğunlukla bu kerâmetleri “insanüstü”nü ya da “insanötesi”ni deneyimleyen insanlarda buluruz. Bizim gibi iki gözü, iki kulağı, bir burnu olan “normal” insanların ortaya koydukları işler ve olağan dışı performanslar karşısında şaşakalırız ve bu hayretimizi kültürümüzün bize aşıladığı edeple “Allah’ın büyüklüğü”nün bir göstergesi olarak düşünür ve dile getiririz. Kimi zaman da “dâhi” olarak adlandırırız ve kendimizi güvenli bir şekilde soyutlarız bu “insanötesi” deneyimlerden.

Ne var ki son yıllarda yapılan araştırmalar “dâhi” bazen de “çılgın” dediğimiz bu insanların temelde bizden çok da farklı olmadıklarını ve onların beyinlerinde ya da bedenlerinde sadece onlara özgü olan bir özelliğin olmadığını ortaya koymaktadır. Peki o halde neden ben de bir Arşimet, bir Itrî, bir Hazerfan, bir Michalengelo olamıyorum? Eğer aynı hammadde, aynı malzeme ile yaşıyorsam aramızdaki bu farkı doğuran ne? İşte bu soruyu sormak için gerçekten insanın içinde bir rahatsızlık duyması gerekiyor. Sinan Canan Hocamın da ifadesiyle bu süreç önce “rahatsız bir zihin”e sahip olmakla başlıyor. İşin şakası bir yana, birtakım insanlar bu “rahatsızlık”la yola koyulup muazzam şeyler farketmiş gibi görünüyorlar.

Buna “Akış” ya da “Akışta olma” adını veren ve benim daha hâlâ adını bile doğru söylemeyi  başaramadığım Mihály Csíkszentmihályi’ye göre bu hal, kişinin tamamen yaptığı şeye derin bir şekilde odaklanması olarak tanımlanıyor. Tamamen odaklanmış süper yüksek bir motivasyon! Duygusal anlamda kişi aslında yaptığın şeyin zevkiyle tamamıyla kendinden geçiyor. Akışta olma hâlini daha sıklıkla deneyimleyen kişiler üzerinde yapılan çeşitli araştırmalar bu hâlin bazı karakteristiklerini şu şekilde ifade etmektedir:

  • “An”da olma
  • Derin bir odaklanma hâli
  • Kendi tarzını ortaya çıkartma
  • Yaptığı şeyi iyi biliyor olma

Bu dört özellikten sonuncusuna baktığımızda akış hâlinin ortaya çıkabilmesi için kişinin o şeyi daha önce yapmış olması ve iyi biliyor olması lâzım. Malcolm Gladwell’in ustalık için 10 bin saat pratik gerektiğine dair teorisi burada geçerli olurken yine akış hâli üzerine yapılan çalışmalar bu deneyimin pratiğe de yansıdığı durumlarda ustalığın pratik saatini neredeyse yarı yarıya azalttığına işaret etmektedir. Yani akış hâlinin öncesinde mutlaka bir gayret ve öğrenme var. Diğer bir unsur olarak kendi tarzını ortaya koymak şart. Kişinin akışta olmayı deneyimlemesi tamamen onun kendi özgün tarzıyla mümkün.

Bununla birlikte aslında akışta olma, biz “sıradan” insanlar için de çok yabancı olan bir durum değil. Bir şeye konsantre olarak zamanın nasıl aktığını fark etmediğimizde, çok zor bir problemi üzerinde doğru düzgün düşünmeden bile çözdüğümüzde, çok riskli bir durumda inanılmaz kısa sürede en doğru kararı verebildiğimizde hep kendimize hayret ederiz ya… İşte o anlarda bizler de akışta olma deneyimini yaşıyor oluyoruz.

Atletler, adrenalin sporları ile uğraşanlar ve sanatçılar gibi daha göz önünde olan insanlarla yapılan çalışmalarda, akış hâlini deneyimlemenin ön koşullarına, tetikleyicilerine ve aşamalarına dair pek çok veri toplanarak birtakım çıkarımlarda bulunulmuş. Buradaki çalışmaların esas amacı ise insan potansiyelinin maksimum seviyede ortaya çıktığı bu hâli kazâra yaşanan bir hâl olmaktan çıkarıp herkesin ihtiyaç duyduğu anda deneyimleyebileceği bir tecrübeye dönüştürebilmek. Akış hâlinin ardındaki kimyasal, biyolojik ve psikolojik yapılar araştırılmaya devam ediyor. Hangi nörotransmiterlerin (sinir ileticilerinin)  hangi aşamalarda devre girip çıktığı ve beynin hangi alanlarındaki aktiviteyi yükseltip hangilerindeki aktiviteyi düşürdüğüne dair pek çok bulgu var. Bunların bir kısmı biraraya gelerek derin odaklanma sağlarken bir kısmı mutluluk ve keyif hissini oluşturuyor. Bu nörotransmiterlerin akış sırasında beynin ön kısmındaki aktiviteyi azalttığı yani bilinçli düşünmeyi baskıladığı çeşitli görüntüleme teknikleriyle görüntülenmiş durumda. Başka bir ifadeyle “akış” deneyiminin yaşandığı ve insan potansiyelinin insanüstü seviyede ortaya çıktığı durumlarda, tasavvufta akl-ı meaş olarak bilinen ve sadece dünya işine eren, kıyaslamalı, rasyonel akıl devreden çıkıyor. İşte tam da bu noktada başka bir akıl öne çıkıyor, öyle bir akıl ki milisaniyeler içerisinde binlerce veriyi işleyip ölüm-kalım anlarında en doğru kararları vermemizi sağlıyor ya da daha önce eşi benzeri görülmemiş sanat eserleri üretmemizi, kimsenin tahayyül edemeyeceği bilimsel buluşlar yapmamızı sağlıyor. Aslında insanlık olarak yol kat etmemizi, sıçrayışlar yapmamızı sağlayan akıl da bu akıl gibi görünüyor. Yine tasavvufta öğrendiğim kadarıyla buna akl-ı mead deniyor ve dünya işine eren aklı aradan çıkardığımızda sanıldığı gibi akılsız kalmayıp mutasavvıfların adına küllî akıl ya da ilâhî akıl dedikleri bir başka akılla başbaşa kalıyoruz. Bir anlamda yazının başlığındaki gibi aklı aradan çıkarıp yaratanı, onun muazzamlığını ve ondan bize yansıyan potansiyeli görebilir, deneyimleyebilir oluyoruz.

Roma’daki Sistine Şapel’e gidenler ya da resimlerini görenler tavanda Tanrı’nın Âdem’e dokunarak onu yarattığı meşhur freski hatırlayacaktır. Kimbilir belki de her “akış” deneyimi o temasın yeniden yeniden –farkında olalım olmayalım-  yaşanması ile insanlığın her an yeniden yaratılmasıdır.

 

Türkiye’nin Ermeni Meselesi – II

Sâmiha Ayverdi’nin “Türkiye’nin Ermeni Meselesi” isimli kitabının Sertaç Karaağaoğlu tarafından hazırlanmış bir özetini bölümler hâlinde dergimizde yayınlamaya başladığımızı geçen sayımızda belirtmiştik. Bu sayımızda sözkonusu özetin ikinci bölümünü yayınlıyoruz.

***

Osmanlı Hükümeti 1914’te Cihan Harbi’ne girdi ve seferberlik ilân edildi. Aynı gün -21 Temmuz 1914- Taşnaksutyun ve diğer komitelerin yaptıkları fevkalâde toplantı sonunda taşra şubelerine şu tâlimat gönderildi:

“Rus ordusu hududdan ilerler ve Osmanlı askeri çekilir ise, her tarafına birden eldeki vesâit ile kıyam olunacak, Osmanlı ordusu iki ateş arasında bırakılacak, binalar ve beylik müesseseler bombalarla berhavâ edilecek, yakılacak, hükümet kuvvetleri işgal olunacak, levâzım kafilelerine baskın yapılacaktır. Aksine, Osmanlı ordusu ilerler ise, Ermeni askerleri silâhlarıyla Ruslara iltihak edecek ve kıtalarından firarla çeteler teşkil edileceklerdir.”

Bu bir başlangıçtır, ama bundan sonraki tüm gelişmeler bu minval üzere olmuştur. Bu arada, Fransa, İngiltere, Ermenileri kışkırtmalarını daha da arttırmışlardır. Taşnaksutyun’un faaliyeti, Çarlık Rusyası için, Türk Ermenistanı’nın işgaline efkâr-ı umumiyyeyi hazırlamaya mâtuftu. Beynelmilel vaziyet ve Çarlık Rusya’nın temâyülü hiçbir zaman Ermenistan muhtâriyetini vücûda getirmek değildi.

Seferberlik ilân edilmişti. Meşrûtî idârenin bütün nimetlerinden istifâde eden, daha evvel isyanlarda elebaşılık yapmış sergerdeleri Meclis-i Mebûsan’da mebus olarak bulunduran Ermenilerin de harbe iştirak etmesi icâp ediyordu. Ama komiteler ve rûhânî reisler, ırkdaşlarına kat’iyen harbe girmemelerini söylüyorlardı. Birçoğu bu emre uydu. Komiteler harbe gidenlerin silâhlarıyla beraber kaçmalarını emretmişti. Emir harfiyen yerine getirildi. Türk ordularından kaçırdıkları silâhları, Türkleri öldürmek için kullandılar. Osmanlı Devleti karşısında savaşan İtilâf Devletleri, Ermenileri ileri karakol olarak kullanmaya başladılar.

Taşnaksutyun Komitesi 1910 yılında Kopenhag’da yapılan Sosyalistler Kongresi’nde verdikleri muhtırada, Türkiye’deki faaliyetlerini şöyle özetler:

“1908 senesine kadar komitemizin Türkiye’deki faaliyet ve icraatı gizli ve gece olurdu. Silâh talimleri daima gece icrâ edilirdi. Faaliyetimiz tamamıyla ihtilâlî ve siyâsî bir mâhiyeti hâizdi. Aynı faaliyete bugün Memâlik-i Osmaniye’deki merkezlerimizde devam ediyoruz. Yalnız şu fark var ki, bunlar şimdi âşikâr ve gündüzleyin oluyor.”

Gönüllü olarak Rus ordusunda çarpışan Ermenilerin hâricinde kalanlar da Türk ordusunu içeriden hançerlediler. Ermeniler İtilâf Devletleri’ne casusluk yapıyorlardı. Ama bu, İtilâf Devletleri için kâfî değildi. Arkada ailesini, çocuğunu, annesini, babasını, kardeşini bırakıp cepheye giden Türk askerinin cepheden kaçması veya düşmanla iyi savaşamaması için geride bıraktıklarından emin olmaması lâzımdı.

Gene 1914-1918 Harbini müteakip Fransızlar Hatay’a girdikleri zaman, Ermeni çetecilerini silâhlandırıp eli-kolu bağlı müdâfaasız Türk halkını genç-ihtiyar, kadın-çocuk ayırmadan katliama tâbî tutmaları ne hazindir. Fakat daha da hazini, her zaman olduğu gibi, Garb’ın öldürenleri mazlum, ölenleri zâlim kabul ve ilân etmesidir.

Ermeni milleti o kadar kan dökücü ve gözünü kıpmadan cinâyet işlemeye elverişli bir iç bünyeye sahiptir ki, Gregoryenlerin bir Katolik Ermeni rahibini kaçırıp, mezhebinden dolayı işkence ile öldürdükleri mâlûmdur.

1914-1918 Harbi ile beraber, Türk orduları, birçok cephede çarpışma vaziyetine girmiştir. İşte böyle bir zamanda Ermeniler, İtilâf Devletleri’nin işlerini kolaylaştırmak için II. Meşrutiyet’ten bu yana yapılan hazırlıkları süratlendirmeye başladılar. Ellerinde bol miktarda silâh, bomba vs. bulunuyordu. Karşılarında da harb eden bir devletin, iç güvenlik için tutabildiği az sayıda asker ve asıl mühimi, kadınlar, ihtiyarlar ve çocuklar vardı. Ermeniler için kahramanlık gösterme yolunda bundan büyük fırsat mı olurdu? Neticede Zeytun (Kahramanmaraş), Kayseri, Bitlis, Erzurum, Ma’murâtü’l-Aziz (bugünkü Elazığ), Diyarbakır, Sivas, Trabzon, Yozgat, Van, İzmit, Adapazarı, Hüdâvendigâr (Bursa), Adana, Halep ve İzmir vilâyetlerinde, II. Meşrutiyet’ten evvelki isyanlara ilâveten bir de sabotaj hareketlerine girişildi. Gönüllü Ermeni birlikleri teşkil edilmişti. Bunlar, Rus ordusu saflarında Türklere karşı savaştırılıyordu. Daha evvel İngiltere’ye, Amerika’ya ve Rusya’ya gönderilmiş Ermeniler, bilhassa Kayseri ve Sivas’ta bomba imâl ediyorlardı. Çeteler tarafından öldürülen askerlerin ve Müslüman ahâlinin cesetleri parça parça ediliyor, gözleri oyuluyor ve akla hayâle gelmedik vahşetler yapılıyordu.

Cephede savaşan askerin içerilerine kadar sokulan Ermeniler ve bilhassa kilise mensupları, İtilâf Devletleri ve bilhassa Rusya hesabına casusluk yapıyorlardı. Meselâ Ma’murâtu’l-Aziz vilâyetinde İngiliz Konsoloshanesi’nde tercüman olan bir Ermeni, Onbirinci Kolordu hakkında bizzat dolaşarak topladığı mâlûmatla beraber yakalanmıştı. Burada bir parantez açıp İngiliz, Rus, Fransız gibi bütün ecnebi sefârethane ve konsoloshanelerindeki çeşitli hizmetlerin Ermeniler tarafından görüldüğünü ifâde edelim.

Birinci Cihan Harbi’nin başlangıcında harbe girememiş olan Amerika’yı tahrik ederek harbe sokmak için, Amerikan Koleji muallimlerinden Mr. Herborg’u Suşehri’nde öldürmüşlerdi. Bu cinayetin Türkler tarafından yapıldığı hakkında propaganda yapılmış ise de, Amerikan Konsolos Vekili Mr. Kek’in iştirakiyle kurulan komisyon, cinayetin Ermeniler tarafından ve zikredilen maksada mebni yapıldığını tespit etmiştir.

Van hududunda Türkler, Ruslarla muhârebe ederken, içerdeki Ermeniler orduyu arkadan vurarak şehrin düşmesini sağlamışlardı.

Hükümet, memleketin en buhranlı zamanında bunu kaçırılmaz bir fırsat bilerek hayatımıza kasteden askere, jandarmaya, kadınlara, çocuklara, ihtiyarlara karşı en müthiş cinayetleri irtikab eden, casusluk ve sabotaj yapan komitelere ait şubelerin derhal kapatılarak üyelerinin dağıtılmasına, nihayet 11 Nisan 1331’de (1915) karar verdi. Çıkarılan kanun:

“Madde 1- Vakt-i seferde ordu ve kolordu ve fırka kumandanları ve bunların vekilleri ve müstakil mevki kumandanları, ahâli tarafından herhangi bir kuvvetle hükümet emirlerine, memleket müdafaasına ve asâyişin muhâfazasına taalluk eden icraat ve tertibâta karşı muhâlefet ve silâhlı tecâvüz, mukavemet görürlerse, derhal askerî kuvvetle şiddetli surette bunları cezalandırmaya, yapılan tecâvüz ve mukavemeti esâsından imhâ etmeye mezun ve mecburdur.

Madde 2- Ordu ve müstakil kolordu ve fırka kumandanları, askerî sırları ifşâ veya casusluk ve hıyânetlerini öğrendiklerini köylerde ve kasabalarda meskûn kimseleri teker teker veya toplu olarak diğer mahallere sevk ve iskân edebilirler.

Madde 3- İşbu kanun neşir tarihinden muteberdir.”

14 Mayıs 1331 (1915)

Ermenilerin bulundukları yerden başka bir yere nakledilmeleri, bir devlet güvenliği zarûreti olarak tecelli etmiştir. Zira Ermeniler, orduyu arkadan vurmuşlar, erkeksiz kalan kadınlara, babasız kalan çocuklara tasallut etmişler, askerî manevraları ve ordunun vaziyetini İtilâf Devletlerine raporlar halinde bildirmişlerdir.

Ermeni komiteleri gene de çeteler hâlinde faaliyetlerine devam ettiler. Öyle ki, güvenlik kuvvetlerinin nezâretinde bir yerden başka bir yere nakledilen kafilelere hücum ederek, hem jandarmaları katlettiler, hem de kendi ırkdaşlarını yollarda perişan eylediler. Ayrıca nakledilen Ermeniler, ayrıldıkları yerleri ateşe vererek, büyük zararlara sebep olmaktan da geri kalmadılar. Bu nevî müdahale ve hıyânetler olmasaydı, nakil işleminin sâkin ve rahat geçeceği muhakkaktı.

Ermeni komiteleri, sahte ve uydurma isimlerle Avrupa gazetelerinde makaleler yazıyorlar, beyannâmeler neşrediyorlar ve durmaksızın katliamdan bahsettiriyorlardı. İngilizler öteden beri Ermenileri şarkta siyâsî menfaatleri için bir âlet olarak kullanmışlar, bunları siyâsî memurları, misyonerleri vâsıtasıyla kendi menfaatleri uğrunda felâketten felâkete sürüklemişlerdi. Fakat şu son teşebbüsleri, harb ettikleri devleti içten yıkmak gayesini güdüyordu.