Dur

“İnsan çok aceleci yaratılmıştır. Size yakında âyetlerimi göstereceğim. Şimdi acele etmeyin.” (Enbiyâ, 37)

Her dâim bir yerlere yetişme telâşındayız. Mâlûm, şehir trafiğinden mütevellit, bizim için beş dakika bile önemli. Toplu taşıma kullanıyor musunuz bilmiyorum fakat kullananlar iyi bilir, hep bir kargaşa, itiş-kakış… Servise binmek için mücâdeledeyiz, trene binmek için inanılmaz bir rekabetteyiz, birbirimizi ezerek yol almanın umursamaz tavrı içindeyiz. Ne için?

Bir saat tefekkür, bir sene nâfile ibâdetten hayırlıdır. (Hadis-i Şerif)

Her adımda ölüme biraz daha yaklaşıyor insan. Atarken farkında olmuyoruz tabiî ki… Çünkü farkındalık için bir dakika, hattâ belki Allah’ın ihsanıyla bir saniye de yeter. Durmak lâzım. Düşünmek için durmak lâzım. Hareket hâlindeyken bakarsınız, ama durursanız görürsünüz. Bakmakla görmek bir mi? O zaman, bir dakika durmak lâzım. O kaosun ortasında bir dakika durup bakın, göreceksiniz. Yersiz telâşlar insanları ne hâllere sokuyor… Bizzat tecrübe ettim. Servise yetişme telâşında koşan bir bayana başka birisi çarpıp geçti. Yere düşen bayanın ayağı kırıldı. Hepimiz baktık, geçtik, gittik. Beşerliği yaşayarak ne çok şey kaybettiğimizi bilmeden, insanlığın kıyısından geçmenin tadını almadan geçip gittik. Telâşlarımız vardı çünkü. Allah buyuruyor ya, kıyâmet günü herkesi sarhoş gibi göreceğimizi, gebe kadınların çocuklarını düşüreceklerini, emzikli bebelerin unutulup gideceğini… Sur’a üfürüldü de bizim mi haberimiz olmadı yoksa? Baksanıza, biz kendi kıyâmetimizi kendimiz yaratmış gibi hareket eder durur hâldeyiz. Bu kadar hız, bu bedenlere biraz fazla.

Hızlandırdığımız şey, yetişeceğimiz programımızdan ziyâde hesap günümüz aslında. Her adım eve gittiğini zannederken, hesap gününe yaklaştığını bir düşün. Bir adım, bir adım daha cennet ve cehennem kapılarının yüzünü gösterdiğini hayâl et. İşte bu yüzden şimdi, ünlem işaretini gördüğün an dur ve bir düşün!

Durmayı pasiflik sandıysan yanıldın. Durmak başlamak çünkü. Durursak tefekkür edeceğiz. Bakmaktan görmeye geçeceğiz. Görünce başlayacağız. Başlayınca artık hepsi içinde: Görmek, bilmek, düşünmek. Hicret etmek belki de. Beşerlikten insanlığa. Yesrib’i Medine’ye çevirmek. Gafletle Yesrib’e döndüysek, tövbeyle Medine’ye tekrar hicret etmek. Gafletten hayıra dönmek için tekrar görmek. Görmek için tekrar durmak. Hiç bitmeyen bir hayırlı bir döngü gibi sanki. Birkaç adım geri düşerken, toparlanıp ileri yürümek. İyi gittiğini düşündüğün an gaflete düşmek, kusurunu bilip yeniden kendine çekidüzen vermek, bir daha, bir daha insanlığa hicret etmek.

Dağların titreyip üstlenemediğini üstlenmek ağır tabiî; kolay olacak değildi. İşte bundan şânımız, şerefimiz… Neyim varsa senindir, sendendir, sanadır, deyişimiz. “Yalnız sana kulluk eder, yalnız sana duâ ederiz” feryâdımız… “Yalnız sendeniz, sana döneceğiz” yeminimiz…

Her hatâdan sonra yeniden doğmak ümidiyle. Öyle ya,

Dedi ki: “Rabbinin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser? (Hicr, 56)

Selâm ve muhabbetler ile…

 

 

 

 

 

 

İçim, Dışım ve Rüyâlarım

 Nerede bu içerisi?

İçim, her tarafımdan dışarı yansıyarak seyrettiğim dışarımı oluşturuyor.

Dışadönük şu gözlerimi içeri çevirmem mümkün olmuyor.

Bari hislerime kulak vereyim.

Kalbimin atışını dinleyeyim.

Her nabız, o kadar çok şey anlatıyor ki bir anda idrâkimin ötesine geçiverip gidiyor.

Ben de oralara gideyim.

Gönül sohbetinin ulaştığı bahçelerde bir çiçek olayım.

Güzel güneşine açayım ve ne zaman istersen kapanayım.

Ziyâretime arıların, kuşların, rüzgârların gelsin; misafirim olsun. Neyim varsa hepsi onların olsun.

Yerleşmek için uğrayan bu mâneviyata kucak açalım da içimizi doldursun ve sevgisiyle ısıtsın.

Sâyesinde dışarı yansıttığımız da dolu dolu, sıcacık olsun.

Artık içi boş sözler sarf etme vaktinde değiliz.

Etrafımıza, dünyayı güzelleştiren, renklendiren, yaşatan isimler ve sıfatlar saçma vakti geldi.

Devir içimizi dışımızla bir etme devridir artık.

Böyle bir birlik içerisinde rüyâlar ve yaşananlar artık ayırt edilemez olur mu?

İnanıyorum ki uykuda görünen rüyâlarım, bir gün gerçek olacak. Gerçekliğim olacak.

Hocamı ben orada yaşıyorum. O diyara, yanıbaşına göç edeceğim.

O’nunla orada yüzümde bir tebessüm ve Allah’ımı tekrar hatırlayarak cemâlini hayal edeceğim.

Gerçekleşecek olan hayallerimde bu hayat rüyâsından geçerken o güzel sûretine aşk ile bakakalmak ve bir daha muhabbetinden hiç eksik olmamak var.

Yaşayabilmek nasip olur inşaallah.

Hicret İçinde Hicret

Bir umre ziyaretim sırasında seyahatimize rehberlik eden hocalardan biri “aslında hicret, bir yerden bir yere tekrar dönmek niyetiyle göç etmektir” demişti.  Beni bu anlatım çok etkilemişti. Mekke’den, yani zulüm gördüğü, ama bir yandan da doğduğu şehirden ve çok sevdiği Kâbe’den, yabancı bir şehre, Yesrib’e göç etmişti Efendimiz. Yesripliler O’na kucak aşmış ve sevgiyle karşılamışlardı. Yesrip, Peygamberimiz gelince Medine yani “Medenî” olmuştu. Bunun içindir Medine, Mekke’ye göre daha cemâlli bir şehirdir; onlar Allah’ın halifesine kucak açmışlar, Peygamber de nuru ile şenlendirmiş Medine’yi. Efendiler Efendisi Peygamberimiz Mekke’ye tekrar dönmüş, haccını edâ etmiş ve Medine’ye dönmüştür; yani hicretinden sonra niyetlendiği gibi Mekke’ye, Allah’ın evine tekrar dönmüştür.

***

Hicret  hâdisesi sadece  mekânsal değildir; içimizde de zuhur edebilir, âcizâne fikrime göre… Eğer hayvaniyetten kurtulup insan makamına erişmek istiyorsak, nefisten ruha göç etmek gerek. Bir başka deyişle, akıl denen karmaşık ve kısıtlı yerden gönle doğru,  yani Allah’ın nurunun parladığı yere doğru sefere çıkmak lâzımdır.

Nefis, cüz’î akıl ile kardeş gibidir. Akıl, nefsi beslemek için bahâneler uydurur. Vesvese ve kendince kurduğu mantık ile kandırır nefsi… Nefis ise kanmak için kendini haklı çıkarmak için hazırdır zaten. Buradaki cüz’î akıl ve nefis  “BEN haklıyım, BEN biliyorum” diyen egomuzdur. Akıl vesveseleriyle kafamızı daha çok  karıştırır, oysa biz huzurlu olma  arzusundayızdır. Nefsimiz ve aklımız ise kolkola vermiş, kendilerini yüceltme derdindelerdir.

İşte bu kısırdöngü içindeyken, hayatımız istediğimiz gibi gitse de huzursuzuzdur. Gönle doğru adımlar atarken, ışığı taşıyan bir kâmil insanın peşine takılmalı ve çetrefilli yollara dalmamalıdır. O bizi kendi içimizde yolculuğa çıkartıp maksadımıza erdirecektir. Akıldan gönle doğru yolculukta insanın içinde bir tedirginlik olabiliyor, ama her adımda aydınlığa biraz daha yaklaştığını hissediyor insan.  Tedirginlik, yerini huzura bırakıyor. Gönlün içine girince orada Allah aşkından başka bir şey olmadığını görüyorsun. Aklın ise bu işe akıl erdiremez, ama sesi kısılmıştır artık. Eskisi kadar rahatsız etmez seni, çünkü sen artık gönlünde cennetinde huzurlusundur.

Ama tekrar akla geri dönmek ve onu Allah’ın aklına yani küllî akla katmak istersin. Yoksa eksik kalır bir parçan. Gönülden akla doğru tekrar sefere çıkarsın, artık değişmişsindir ve  gönlün nuru ile gidersin aklına, aklın akıllı ise itiraz etmez boyun eğer küllüne. Akıl gönle bir secde etti mi, katar kendini Allah’ın aklına. Böylece insan makamına erişir beşer. Tabiî burada anlattığımız gibi kolay değil bu, aslında belki de zor da değil… Kimileri için bu bir öncelikle nasip, sonra da gayret işi.

Allah hepimize hicret yolllarını açsın. Vesvese ve nefsâniyeti bırakıp göç yollarımızı Allah hep açık tutsun. İnşaallah biz de nasipliyizdir gönlümüze gidip oradan da cüz’î aklımızı külle rapt etmeye…

Allah zorlaştırmasın, kolaylaştırsın inşaallah.

Âmin.

Emin

Bazen hayatın öyle bir yerinde duruyor ki insan, kendisine bahşedilen ile kalbinden geçen istekler farklı olabiliyor. Üstelik kişi, durumun böyle bir farklılık içerisinde olduğunu keşfetse bile kalbinin isteklerine tutunup kendine hayır görüleni kabullenmekte zorlanabiliyor. Bu ayın konusu, benimle beraber bir zamandır böyle ikilemlerde olan ve kendine işaret arayan herkese yol gösterici olsun inşaallah.

 

Hicret, hepimizin bildiği gibi kelime anlamı ile bir yerden bir yere göç etmek demektir. Lâkin bizler madde ile olduğu kadar, maneviyat ile de meşgul olmaya çalışmamızdan dolayı hicretin bir hayat tarzı olduğunu biliriz. Öyle ya… Ruhlar âleminden ana karnına, oradan bebekliğe, bebeklikten çocukluğa, ergenliğe, sonra yetişkinliğe, yaşlılığa ve ölüme geçişimiz hep hicrettir. Hattâ ölümden sonra bile berzah, haşr, mizan ve sırata devam edecektir seyrü seferimiz.

 

Ne var ki, insan olmanın psikolojisi içerisinde bizler, çoğu zaman yukarıda bahsi geçen kaçınılmaz geçiş evrelerinde dahi korku, telâş ve endişe duyabiliyoruz. Bunun yanısıra, bir ev değişikliği, bir iş değişikliği, yahut bir gereç yeniliği sözkonusu olduğunda da kolaylıkla strese girebiliyoruz.

 

Ben meselâ gurbette olduğum süre boyunca en az sekiz defa coğrafya ve üçünde kıta değiştirmiş olmama rağmen, her yeni “göç” vakti geldiğinde taze bir tedirginlik içinde buluyorum kendimi. Bu zamanlarda aklım hemen devreye girip “Şşşt… Bana bak: Hicret edeceksin ama gideceğin yer tanımadığın, yabancısı olduğun bir yer: Nasıl alışacak, nasıl tutunacaksın?” diye bana vesvese dolu sinyaller göndermeye başlıyor.

Bugün örneğin, kendi şirketimde, kendi işimi yaparken bir yandan kurumsal bir şirkette uzun zamanlı bir iş arayışından olmamdan dolayı aklım ara ara devreye girip “Acaba önümüzdeki aylarda geçimini sağlayabilecek misin? Acaba ailen hala seninle gurur duyuyor mu? Acaba piyasada ismin unutulmaya mı başladı? Acaba eşin seni hâlâ başarılı (ve bu yüzden çekici) buluyor mu?” vs. gibi bir sürü soru ile beni sınamaya devam ediyor.

 

Böyle zamanlarda kendimi yakalayıp aklıma diyorum ki: “Ey akıl, biz bilmiyor muyuz ki, bize bu aklı, bu gönlü, bu aşkı lâyık gören Hak, bizi asla yarı yolda bırakmaz? Senin bitmez tükenmez bir sabır ile sorduğu sualler, sadece benlik hevesinden. Var git, ötelere, ben Allah’ımdan eminim.” Zîra Nîsâ Sûresi’nde söylenildiği gibi “Kim Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde gidecek, barınacak birçok yerler bulur, genişlik de bulur (En-Nîsâ 4/100)”, öğrenmişiz bir kere.

 

Demek ki hicret, sadece fiziken bir yerden bir yere göç etmek değil, aynı zamanda, aklen ve kalben, her fırsatta daha iyinin, daha güzelin arayışı içinde olmaktır. Belki de daha ötesi, benlikten, günahkâr ve kalp kıran davranışlardan, zulümden ve zulümkârlardan arınarak hayra, iyiliklere, rahmet dolu söz ve davranışlara, Hak dostu kimselere doğru göç etmeyi de temsil etmektedir.

 

Rabbim hepimize idrak etmeyi nasip etsin inşaallah.

 

Vefâ

Hicret hâdisesi bana Hz. Muhammed’in tevazuunu, büyüklüğünü ve Allah aşkını hatırlatıyor. Bir de vefâsını…

 

İçilen bir kahvenin bile kırk yıl hatırı olması, bir harf öğretene kırk yıl kölelik yapılması benim için çok özeldir. Vefâ, neden bilmem, benim için çok önemli, çok kıymetli bir tavırdır. Zannederim bundan dolayı, hicret benim için en çok vericiliği ve vefâyı ifâde ediyor.  Hz. Muhammed ile birlikte hicret eden sahâbenin Allah için, Peygamber için evlerini, işlerini, gerekirse âilelerini arkalarında bırakmaları vericiliğin en güzel örneği değil midir? Okurken ve konuşurken dile kolay gelen bu hâdiseler, bugün olsa, hangimiz böyle davranabiliriz? Hangimiz Allah aşkı, Muhammed aşkı için işimizi, gücümüzü, evimizi, âilemizi bırakıp ne olduğu belirsiz geleceğe adım atarız? Öyle bir iman, öyle bir sevgi ki insan ne diyeceğini bilemiyor.  En ufak kötü huyu vermekte çok zorlanan bendeniz için aklın alması pek de mümkün olmayan ancak gönlün anlayabileceği bir hâdise hicret…

 

Öte yandan,  Peygamber Efendimiz’in kendisine zor gününde kucak açan Medine’de defnedilmeyi tercih etmesini de çok büyük bir vefâ örneği olarak görürüm. Doğduğu, büyüdüğü, evlendiği, baba olduğu, ilk vahyi aldığı ve o çok sevdiği şehirde değil de, Mekke’den oldukça uzakta olan, en dar gününde O’nu ve sahâbeyi kucaklayan ensarın olduğu yerde kalmayı tercih etmiştir Peygamberimiz. Yapılan iyiliklerin çabucak unutulduğu, hesapların hep son olaya göre değerlendirildiği, affetmenin ve hoşgörmenin zorlaştığı çağımızda ne güzel bir vefâ örneğidir peygamberimizin Medine’de defnedilmeyi istemesi…

 

Hicret bana kulluğu, vericiliği ve vefâyı anımsatır, güzel Peygamberimiz’de en üst düzeyde olan. Hicret bana hizmeti anımsatır, kendiliksiz halka dönmeyi ve halkı sevmeyi. Zorla değil, gönülden gelen hizmet aşkını, birliği ve beraberliği…

 

Evlerini hiç tanımadıkları insanlara açan ensarın vericiliğini, her şeyini Allah için bırakıp Hz. Muhammed ile birlikte göç eden sahâbenin aşkını, imanını, İslâm’ın birlik demek olduğunu, hizmet demek olduğunu…

 

Nasip etsin Allah inşaallah…

İstanbul Günleri-3: Süleymaniye ve Milli Romantizm

İstanbul gezmelerimizden bir yenisine hoşgeldiniz! Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabını takip ederek İstanbul’un semtlerini geziyoruz. Amacımız Sâmiha Anne’nin İstanbul’unu anmak; hem gezmek ve hem de onun bize tanıttığı fikirleri hatırlayıp üzerinde düşünmek.

Onun fikir kuşu bize yol göstersin; olursa kusurumuz şimdiden affolsun, yolumuz açık olsun.

*

Geçmiş aylarda “Şehzadebaşı ve Mâzi Tahassürü” ile “Beyazıt ve Halk-ı Cedid”den söz ettik.  Kitaptaki sırayı izleyerek bu ay Süleymaniye’deyiz. Bu seferki gezimizde biri mümtaz, biri ay yüzlü, her ikisi de parlak aynalar gibi güzel gönüllü iki arkadaş var yanımda. Süleymaniye’yi birlikte dolaşacağız ve size anlatacağız.

Bir zaman önce Kenan Rifâî’nin “Şerhli Mesnevî-i Şerif”ini ilk kez elime alıp rastgele bir sayfa açtığımda karşıma Anadolu ve Çin ressamlarının hikâyesi çıkmıştı. Hikâyeyi bilirsiniz: Anadolu ve Çin ressamları sanatlarının üstünlüğü konusunda bahse girmişler, padişah da ortaya eser koyun demiş. Çin nakkaşları taklit olmasın diye Anadolu ressamları ile odalarının arasına bir perde konulmasını istemişler, ardından da türlü boyalar kullanarak renklerin çokluğu ve güzelliğiyle gözler kamaştıran nakışlar yapmışlar. Bu arada Anadolu ressamları ise boya falan istememişler, duvardaki pasları giderip cilâlayarak parlatacak malzemeler almışlar.

Çalışmalar uzun sürmüş. Sonunda padişah, Çinli ressamların yaptığı resimleri görmüş ve hayran olmuş. Anadolu ressamlarına gelince onlar Çin ressamları ile aralarındaki perdenin kaldırılmasını istemiş. Odalarının duvarları öylesine cilâlanmış, öyle parlak aynalar haline gelmiş ki perde kalkıp Çin nakışları bu duvarlara aksedince resimler defalarca daha güzel görünmüş. Mesnevî diyor ki “O odalar sofi gönülleridir ki en parlak aynalar gibi her türlü tozdan ve pastan tertemizdirler. Bu aynalara güzelliklerin en hakikisi akseder.“

İşte böyle tertemiz gönüllü yol arkadaşlarım var, ne şanslıyım.

*

Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabında “dininde imanında” bir semt olarak anlattığı Süleymaniye acaba bu tertibe nasıl girmiş? Şeyhülislâm Kapısı’ndan dolayı mı, İstanbul’un en büyük camii burada olduğundan mı, yoksa caminin külliyesindeki medreselerinden dolayı mı? Şimdi İstanbul Müftülüğü olan, zamanında Ağa Kapısı yani yeniçeri ağasının konağı, ardından da Şeyhülislâm Kapısı olan mütevâzi bir yapı görüyoruz. İmparatorluğun dört bir yanına dağılan fetvâlar hep bu merkezden çıkmış. Buraya ulaşan yolun adı hâlâ “Fetvâ Yokuşu.” Kimbilir kimler ne heyecanla tırmanmışlar bu yokuşu fetvâ duymak için?

Bu semt aynı zamanda esnaf ve tâcir semtiymiş. Ne Tiryaki Çarşısı kahveleri ne de Divitçiler Çarşısı var artık. Divit medreselinin hem mürekkebini, hem kalemini yanında taşımasını sağlayan metalden yapılan ve belde taşınan bir nevi yazı takımıymış. Divitçiler Çarşısı günlük olarak kullanılan her eşyayı birer sanat hârikasına çeviren o zamanın zarâfetinin bir uzantısı olarak muhteşem pirinç, gümüş,veya abanoz divitleri hazırlarmış. Divitler şimdiki öğrencilerin taşıdıkları tablet denilen bilgisayarlar gibi sanki, tabiî zamanımızda performans beklentisi estetik beklentilerin çok önüne geçmiş. Kimbilir belki de ruh, beslendiği estetikten böylece mahrum kalmış.

*

Tabiî ki bu gezinin en önemli uğrak yeri, muhteşem Süleymaniye Camii. Sâmiha Ayverdi’nin Selimiye’den bile daha çok beğendiğini belirttiği Süleymaniye Camii’ni görmek her nasılsa bana daha önceden nasib olmamıştı; bu gezi buna vesile oldu. Caminin girişindeki yazıdan şu bilgileri alıyoruz:

“Külliye, Kānûnî Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a 1550-1557 yıllarında yaptırılmış ve cami, dârüttıp, medreseler, dârülkurrâ, sıbyan mektebi, hamam, imâret, bîmarhâne, çarşı, Kānûnî ve Hürrem Sultan türbeleri gibi yapılardan meydana gelmiş.

Peki nedir Süleymaniye Camii’ni bu kadar özel yapan?

Kānûnî Sultan Süleyman İstanbul’un fethinin 100. yıldönümü için bir camii yaptırmak istemiş. Rivâyet o ki bir gece rüyasında peygamberimizi görüyor. Peygamberimiz ona caminin yapılacağı yeri, yani arsasını gösteriyor. Kānûnî heyecanla uyanıyor. Ertesi gün Mimarbaşı Mimar Sinan ve tüm etrafını toplayıp bu mekâna getiriyor. Sultan Süleyman alanı gösteriyor, Mimar Sinan “Minberi buraya koyarız, mihrabını şuraya koyarız” diye anlatıyor. Sultan bu düşünülmüş planları duyunca şaşırıyor ve “Sen bir yerden haberli misin?” diye soruyor. Mimar Sinan “Siz gece peygamberimizi gördüğünüzde ben hemen arkanızdaydım, o size tarif ederken ben de duydum” diyor.

*

Gezimize devam ediyor ve caminin içine giriyoruz. Caminin sadeliği ilk dikkatimi çeken ve beni şaşırtan özelliği oluyor. Nedense başyapıt olarak daha abartılı, süslü, bezeli, yaldızlı bir şey beklemişim. Ama o sadeliğin içinde asil denebilecek ölçülü süsü fark ediyorum. Aklıma Anadolu ve Çin ressamlarının hikâyesi geldi tekrar: “Anadolu ressamları çok renkli olmaktansa renksizliği tercih ediyorlardı…Onlar bu kadar çok rengin nihâyeti renksizliktir; mârifet, renklerin bolluğunda değil, renksizliğin zuhûrundadır inancındaydılar. Nitekim göklerdeki bulutların, göllerdeki suların kendi renkleri yoktur. Onları renkten renge koyan, semâdaki güneştir.”

Bu camiiyi ortaya çıkaran bizim ecdadımız ne muazzam bir iman anlayışındaymış… Kimbilir camiyi yaparken belki de istemişler ki sâdeliğin, renksizliğin fazileti üzerimize sinsin ve gönüllerimiz Allah aşkı ile cilâlansın.

Yine bizim ecdâdımız değil mi mânânın yanısıra madde ile de bir sonraki nesillere ilham vermek istemiş? Zamanında akıl almaz bir teknoloji kullanarak yapılmış Süleymaniye; mimârî geometri başlıbaşına bir estetik hârikası imiş. Dillere destan akustiği ile mihrapta kılınan namazda hocaefendinin okuduğu duâ en arka saftakiler tarafından bile duyulabiliyormuş. Ya “is odası”na ne demeli? Cami, içindeki kandil islerini temizleyecek hava akımına uygun inşa edilmiş. Bir odada toplanan bu isler mürekkep yapımında kullanılmış. Bu mürekkeple caminin içindeki yazılar yazılmış.

*

*

Sâmiha Ayverdi’nin “İki Âşinâ” kitabında da şu anıyı buluyoruz:

İş dönüşü arabada beş yüksek tahsilli genç bulunmaktadır. Şişhane yokuşundan inerek Unkapanı Köprüsü’ne girmeden evvel karşılarına Süleymaniye Camii çıkar. Bu gençlerden İstanbul’da üniversite okumuş ama İstanbullu olmayan, diğerlerine bu caminin hangisi olduğunu sorar. Doğma büyüme Istanbullu olan gençler, Sultan Ahmet der, Fatih der, Ayasofya der ama Süleymaniye’yi bilemez. Süleymaniye olduğu anlaşıldıktan sonra daha da acısı bu gençlerin hiç birinin Süleymaniye’yi gidip görmediği ortaya çıkar.

Sâmiha Anne “Dünyanın hangi ülkesinin hele münevver kesiminde bu derece koyu bir gaflet ve maşeri şuurdan mahrum bu kadar ağır bir bilgisizlik düşünülebilir?” der ve ekler: “Bugün Türk evlâdı bir müşterek hâfıza bereketinden mahrum bırakılmıştır… Bir ilericilik damgası vurulmuş milli eğitimin günahı ile hasta düşmüş nesiller yetiştirilmiştir.”

Nihad Sami Banarlı’nın bir konuşmasını da Sâmiha Anne bize aktarır: “Türk evlâtları ne zaman Süleymaniye’nin önünden onu gören gözle geçer, milli romatizmini idrak edecek olurlarsa işte o zaman Türkiye kurtuluş ve selâmet çağının idrâkinin şuurunda olur.”

Ardından Sâmiha Anne devam eder: “Şu halde biz de ‘Ne imiş bu milli romantizm?’ diye kendi kendimize soracak olursak, şu kısa cevapla sözümüzü bitirelim:

Türk milletine ait bütün güzellikleri, değer ve hasletleri bir aşk ve şevk halinde tâ yüreğinde hissetmek, fikir milliyetçiliğinde kalmayıp gönül milliyetçisi olmak ve nesilleri bu heyecan ile yetiştirmek.”

 

Not: “Milli Romantizm” ile ilgili düşüncelerinizi, Süleymaniye anı veya fotoğraflarınızı paylaşmak isterseniz elifkdinler@gmail.com adresine veya Instagram elifkdinler hesabına yazabilirsiniz.