Bir şâh-ı felek-mertebedir Hazret-i Ken’ân

Bir şâh-ı felek-mertebedir Hazret-i Ken’ân
Dünyâyı tutar velvele-i devlet-i Ken’ân
Bâlâsına “Hayy” ismi celî hatla yazılmış
Hak burcuna merkûz ezelen râyet-i Ken’ân
Mehdî dese az, mürşid-i kâmil dese nâkıs
Ta’rîfine sığmaz kalemin hâlet-i Ken’ân
Hayru’l-halef-i emced-i sultân-ı Rifâî

Itlâkı olur lâyık-ı kutbiyyet-i Ken’ân
Bilsin bunu burhan arayan yerde semâda
Münkirleri ilzâma yeter hüccet-i Ken’ân
Altında safâ tahtı, vefâ tâcı başında
Bir saltanat-ı bahîredir kudret-i Ken’ân
Bî-hadd ü tenâhî kerem-i mahz-i ilâhî
A’yânda kemâhî görünür satvet-i Ken’ân
Bin kerre yener Sâm’ı da bir abd-i zaîfi
Te’yîd edecek olsa eğer kuvvet-i Ken’ân
İsbât-ı kemâlâtına şâhid şu ki bi’l-fevr
İhvânı muhabbetle bürür heybet-i Ken’ân
Tefsîr-i hakîmânesidir sûre-i Nûr’un
Aşk u nazar erbâbı için sîret-i Ken’ân
Pür-şevk ilâhîleri var cana safâ-bahş
Hepsinde ayandır nükte-i hikmet-i Ken’ân

Babam

Zaman yine gerilere doğru akıyor.

Beş altı yaşlarında bir kız çocuğu var sahnede. Gökyüzünde vaatkâr ama aldatıcı bir güneş, dallarda erguvanlar. Bahar geliyor besbelli. O cumartesi gününü hiç unutmaz kız çocuğu. O gün -aslında evlerine çok da uzak olmayan- Göztepe Parkı’na gitme telâşında. Göztepe Parkı o zamanlar baharı boğazına kadar taşan lâlelerle karşılamaktan henüz çok uzak. İki tel salıncak ve azıcık güneş görse iyice kora dönen parlak demiri ile kayarken bacaklarınızı yakmaya meyyal bir yüksek kaydıraktan daha fazlası değil. Gerisi kocaman arazi.

Kız çocuğu o gün kaydıraktan daha fazlasına tâlip. Park istisnâî dönemlerinden birini yaşıyor; bir sirki ağırlıyor. Babası söz vermiş, sirke götürecek bu kızı. Sabırsız meşrebiyle annesine günü dar etmiş; akşama kadar dakikaları bir bir sayarak babasının dönüşünü beklemiş. Sonunda vakit geliyor; kendisine o yaşında bir devden bile daha büyük gelen baba elini tutarak sirk çadırının içine süzülüyor.

Heyecanı çabuk geçiyor küçüğün. Sirk tam bir hayal kırıklığı oluyor ona. Bir çelişkiler yumağı… Komik olmaya çalıştıkları ölçüde kendisine hüzünlü ve ürkütücü gelen palyaçoları görüyor. Zorla tutulduğu belli olan hayvanların çilesine ortak oluyor. Aslında havada sallanan genç kız ve erkeklerin cesaretini seviyor ama onlar da parlak ve vücuda yapışık kıyafetleri ile en az uzaylılar kadar yabancı ve uzak geliyorlar ona. Çadır büyük bir dünya ve içindekiler yabancı. Ürküyor. Evinin güvenini arıyor. Neyse ki babası yanında. Bir şey olursa kurtarır onu. Ayrılmaz yanından. Öyle de oluyor. O geceden en çok sirke gitmeden önceki heyecanı ve eve döndükten sonraki mutluluğu hatırlıyor.

O küçük kız büyüdü artık. Çocukluğunun en akılda kalan hâtıralarındaki sirkten çok geniş ama daha yabancı bir dünyanın içine daldı. Bu dünyanın da aslında sirke benzediğini farkedeli çok oldu. Renkli ve dışarıdan câzibeli olduğu ölçüde güvenilmez ve tehlikeli. Babasından dürüst olmayı, gayretlli olmayı, karşılıksız hizmet etmenin zevkini, helâl lokma yemeyi öğrendi. Babası helâl lokma ile besledi onu. Bunun için hep müteşekkir ona . Ömrünce de olacak.

Kız bir gün bir babası daha olduğunu öğrendi. Bezm-i elestte kendisini sahiplenmiş, yaşam sirkinde aradığı güveni gönlüne zerk eden mânevî babasını buldu. Ya da daha doğru tâbirle ezeldeki babası zamanı gelince kendini âşikâr etti. O ki nûr-u Muhammedî’nin bu devirde yanan kandili, devrin sahibi. Evlâtlarının acısını toptan ve peşinen çekmiş baba.

O ki, ne kadar âlem varsa evlâdının elini bir lâhza bırakmayacak olan… Henüz ilk adımlarını atmaya çalışırken, parmak uçlarında acemice koşan ve düz yolda sürekli sapan bebeğini şefkatle yola döndüren… Hatâ yaptığında bildiren, uyaran, bazen terbiyesi için cezâlandıran ama vazgeçmeyen, sevmeyi bırakmayan. Güven duygusunun kaynağı. Babasının da babası….

Güzel efendim Ken’an Rifâî… Bu sayfalar isminize ayrıldığında –merak ediyorum- diğer arkadaşlarım da yazılarını yazarken benim kadar zorlanıyorlar mı? Aslında teması ne olursa olsun bu sayfalarda yazdığımız her satır sizi anlatma çabamızın bir parçası değil mi zaten? Yaşarken sizin ruhunuzun bir ismi sıfatıyla –başaramasak da- rızanıza uymaya çalışma gayretimiz de hayatımızın satırları değil mi? Siz sultanım ve sultanım da siz değil misiniz? Ve benim en büyük korkum sizin muhabbetinizi yitirmek olduğu ölçüde en büyük ümidim de bir kere tuttuğunuz eli bırakmayan yâr-i vefâdar oluşunuzun verdiği güven değil mi?

 

Ken’an Rifâî Hazretleri’nin şerhi ile Mesnevî-i Şerif’in III. Cildinden bir kısım…

Suyu görmüyor musun? Evvelâ su nereden geliyor? Bâlâdan alçağa gidiyor. Sonra alçaktan yine yukarı gidiyor.

Buğday da öyle değil mi? Buğday da evvelâ ekicinin elinden veyâhud anbardan aşağı atılıyor. Ne güzel başaklar şeklinde yükseliyor. Ve insana gıdâ oluyor. İnsana karışıp insan sıfatını kazanıyor.

Yağmur da evvelâ buluttan alçağa tenezzül ediyor, sonra terslikten bulut olup yine semâya gidiyor.

Bunlardan da anlaşılıyor ki, her kim ki tevâzu’ eylerse, Cenâb-ı Hak onun mertebesini refi’ve menzilesini şerîf eder. Tekebbür edeni alçaltır.

Tevâzu’ ediniz ki, Allah Zülcelâl sizi yüceltsin.

Ağlamakla Tayyedersin

Bismillahirrahmanirrahim

 

            De ki: Rabbimin kelimelerini anlatmak için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar daha ilâve edilse Rabbimin kelimeleri tükenmeden önce denizler tükenirdi.

(Kehf,109)

 

            Kur’ân-ı Kerîm’in hakîkati olan, varlığı ve yokluğuyla her nefes O mânâyı nakş eden İnsân-ı Kâmil ummânlarını idrâk etmek, küçücük aklı ve gönlüyle bir katreye düşmemişti. “O” kelimeyi anlatacak olan O’nun kelimelerinden başkası olamazdı.  

            Katreye düşen ise, katreliğini hatırlayıp, ummâna karışmaya çalışmak ve sonra ummânın muazzam aşkı ve güzelliği ile ona tenezzülünü niyâz etmekti…   

 

Tû megû mârâ bedân şeh bâr nîst
Bâ kerîman kârha düşvâr nîst


“Benim o yüksekliklere çıkmaya gücüm yok deme,

Kerîm olanın eteğine yapış, seni çıkaracaktır.”

 

            Saçının her teli Dost kesildiği halde, aczini kendine hatırlatan Kalem’le başladı yol;  

 

“Dilerim ki kalem, aczini bilsin, öğrendiklerini yanlış aksettirmekten,yolunda, izinde sürçüp düşmekten, verilen emeklerin nankörü olmaktan korksun. Bu kalem, hiç değilse, onun yonttuğu gibi kalsın, “Belî” denen ezel ahdi sadâkati üzre durup edebi taşırmasın.

O kadar ki, Dost’a hoşnutsuzluk verecek bir çift söz dahi edecekse, râzıdır, şimdiden kırılıp bir köşeye atılsın.”

 

            Kalem, bu edebin umutsuzluğa kapılmayı nasıl yasakladığını da şöyle anlatıyordu:

 

“Küçük kız! Mektebe başladığın gün hocan ilk iş sana harfleri öğretmişti. Az sonra bu öğrendiğin harfleri birbirine çatma temrinleri yaptın ve böylece kelimeler meydana çıktı. Sonra bunları sıraladın ibâre oldu. Böylece de okumayı söktün. Artık büyüdün; mektep bitti. Şimdi yeni bir  dershâneden içeri giriyorsun. Ben de sana ilk iş, bu kitapsız kalemsiz kazanılan ilmin baş harflerini öğreteyim: Gülümseme ve utanma.

İşte yavrum bunlar aşk kitabının ilk harfleridir. Ammâ harflerin kelime, kelimelerin ibâre, ibârelerin sâhife olması için, daha birçoklarını bilmen gerektir. Sana burada onları teker teker öğretmeye kalkarsam dâvâ uzun düşer. Yalnız, ıztırap denen bir harf vardır ki bunu hepsinden evvel öğrenmeye çalış; zîra onu ihtivâ etmeden mânâ kazanmış hiçbir kelime, hiçbir cümle yoktur.

Eğer ızdırâba yer vermemiş bir ibâreye rastlarsan korkma: “Bunun aşk kitabında yeri yok” diye haykır.

           

            Neydi bu ızdırap? Acaba Ney’in dinle dediği yakıcı sırla, bahsettiği kanlı yolla bir ilgisi olabilir miydi?

 

“İşit neyden nasıl hikâye ediyor, ayrılıklardan şikâyet ediyor.

Nâyistan’dan beni kestiler, benim nefîrimden kadın ve erkek inlerler

Ben öyle bir sîne isterim ki firâktan şerha şerha olmuş olsun, tâ ki derd-i iştiyâkın şevkini ona söyleyeyim.”

 

            “Allah aşkıyla dökülen gözyaşı ve yürek yanığı şehidin kanı gibidir,” diyen Dost ise aynı mânâyı şöyle anlatıyordu:

 

Ağlamakla tayyedersin menzil-i maksûdunu ,

Göz yaşından abdest al da gözle gör mâbûdunu!

Benliğin dâvâsını terkeyle, gafletten çekil,

Âşık ol Ken’ân dilersen görmeğe mâşûkunu!

 

            Aşk bir nevi acı çekmekten zevk alma sanatıydı belki de… İşte Mesnevî de bunu söylüyordu:  

           

“Bahçeler nasıl güneş ve yağmurla, yâni ateş ve su ile şenleniyorsa, sen de gönül bahçeni, aşk güneşi ile ve istiğfar yaşlarının yağmurlariyle şenlendir. Böyle candan ağlamaktaki derin zevki tat!

Zîra gözlerden akan yaşın zevkini ekmek ve dünya âşıkları bilmez, Hak âşığı bilir. “

“Ne mutlu o göze ki onun için ağlayıcıdır, o ne mübârek gönüldür ki, onun ateşiyle yanıcıdır.

Her gözyaşının sonu tebessümdür, âkıbet görücü kimse ne mübârek bir kuldur.

Nerede ki bir akar su ola, orada yeşillik vardır, nerede ki bir gözyaşı aka, orada rahmet peydâ olur.

Bostan dolabı gibi gözü yaşlı ve inleyici ol, tâ ki canın bağrında yeşillikler bitsin.

Gözyaşı istiyorsan, gözü yaşlı olanlara merhamet et, zayıflara rahmeyle ki rahmet bulasın.”

 

            Ruhunun doğurduğu evlât ise şöyle anlattı: 

 

Bir gün Konak’ta, salonda bir levhada yazılı olan yazıların mânâsını sordum. Salon ihvanla doluydu. Kendileri anlatmaya başladılar: “Hazreti Ahmed er-Rifâî, hacca gittiklerinde Medine’ye varıp Peygamber Efendimiz’e şöyle hitapta bulunuyor: ‘Her zaman ruhumla gelir sizi tavaf ederdim. Bu kez nöbet vücûdumda, uzatın mübârek elinizi de o eli öpmekle dudaklarım şerefyâb olsun.’ Bunun üzerine bütün hacıların gözü önünde Türbe-yi Saadet’ten el uzanıyor ve Hazreti Ahmed er- Rifâî o mübârek eli öpüyor ve sonra sonsuz tevâzu ile “Allah’ını seven bana bassın da geçsin” diyor. Fakir bunları duyunca öyle ağladım ki sanki gözlerimden seller aktı. Sultânım yerlerinden kalktılar, fakirin önüne geldiler, “Al bu mendili, o gözyaşlarını sil; çünkü Allah için dökülen gözyaşlarının kıymetini ancak biz biliriz” buyurdular.

 

            Nasıl bir sırdı bu? Farklı duygularla dökülen gözyaşlarının, mikroskop altında incelendiğinde farklı şekil ve formlar aldıklarını okumuştu katre… “Belki de,” dedi.

            Onları anlatmakla insan şifâ buluyordu muhakkak ama sözü kısa kesmek lazımdı vesselâm..  

           

            Ve yolun sonu da yine Kalem’in sözleri oldu:

 

Cennet neresi? dediler. Senin olduğun yerdir… dedim.

Cehennem neresi dediler. Senin olmadığın yerdir… diyecektim, ama diyemedim. Senin olmadığın yer yok ki… Âh, vallah da yok, billâh da yok Allah’ım…

 

            Katre, tüm hataların kendine ait olduğunu itiraf etti, tüm güzellikler ise onu ummânına kavuşturan Nûr’a aitti..

 

İzinden, gözünden, sözünden özünden Allah ayırmasın. Ey Hakk’ı bildiren, ona götüren, perdeyi kaldırıp onu gösteren… Hakk’ın var olduğunu, varlığın Hak olduğunu, görünenin gösteren, gösterenin görülen olduğunu bildiren!

Bu dünyâda, o dünyâda, Allah senden ayırmasın…

 

   

 

Gönüllerarası

“O bana misafirdir. Ben onu evime gelen bir misafir gibi hoşlarım.”

Ken’an Rifâî Hazretleri

 

Eve misafir gelecek. Yaşarken uyunan, üstünde çatısı olan dört duvarlı bir ev var. Bu duvarlardan dışarı şikâyetin nağmesi çıkmaz çünkü içeride şikâyetin kendisinden eser yoktur. Memnuniyetten ve şükürden başka birşey bulunmaz.

Nihâle, mutfak sehpasının üstünde memnuniyetle durur.

Tencereler, yıkanıp rafına konulmuş bir hâlde yemek pişirilmesine bulundukları katkı için şükretmekte.

Masa, üstüne yerleştirilmiş lâmbanın loş ışığından çok memnun.

Pişmiş yemeklerin güzel kokusu da tertemiz koridorlarda oda oda gezip selâm etmekte.

Aşk ile örülmüş duvarlar arasında bir temizlik rüzgârı her dâim esmelidir ki güzel kokular evi kuşatsın. Burada belirtilmeli ki temizlik, imandandır. İmanın da kanımca yaşı yoktur. Her nefesimizde içinde olduğumuz evi nasıl daha temiz hâle getiririz ve bu temizliği koruruz diye gayret edilse ne hoş olur…

Eve misafir gelecek. Heyecanla harekete geçeriz. Onu tertemiz etmek isteriz ki ev gözlere güzel görünsün. Gözlerin güzel gördüğü ev de güzelleşir. Evin güzelliği, gönlün güzelliği olur. Gönlü güzel olanların evlerinin de güzel olacağı kanaatine varmak bu hâlde çok kolay… Eve gelen, sonsuz görünüşlerle her yönden gelir ve adına da misafir derler. Aslında O sahiptir de bize misafirliğe gelmektedir.

Bize emânet edilmiş bu evlere sahip çıkıyor muyuz?

Gayretimizi bu evi güzelleştirmek için gösteriyor muyuz?

Bir kere yapıp durmaktansa bunu dâimî hale getiriyor muyuz?

Evimizin her köşesini O’nun için tertipliyor muyuz?

Evin varlık sebebi, misafire açılacak kapı ihtiyacından fazlası değil, çünkü misafir için var. Evin barınanı da hizmet etmek ister. Sevgisinden yerinde duramaz. Aşkından bir saniye bile boş vakit geçirmek istemez. Devamlı ya temizliktedir ya da pişirmekte. Yeter ki geleni ve gideni olsun. Gelen gitsin. Giden de gelsin. Takılıp kalmaz. Gözü her dâim misafir görür. Bilir ki her gelen gidecektir. Giden olursa gelen de olacaktır. Geleni edeple ağırlamak gideni rızâyla uğurlamak ister.

Gönüller her dâim misafirliğe hazır olur inşaallah.

 

Aşk, Edep ve İrfan

Bir küçük kız, ayakları çıplak…

Ayakkabılarını evde unutmuş,

Hiddetten kor olmuş gözleri, çakmak çakmak…

Koca bir tel kapıya yaslanmakta, topacık elleri ürkek…

Kapının kenarına ilişiyor sessizce, huzurla uykuya dalıyor.

 

….

 

Aradan tam tamına on altı sene geçiyor.

İnsanlar göçüyor, kıtalar değişiyor, okullar bitiyor.

Genç kız, bir anne ile tanışıyor.

Aşk buluyor, kendini görmeye, hakikati yaşamaya başlıyor.

Bir gün o anne “hadi yarın sen de gel Fatih’e” diyor.

Genç kız o sabah kendini bir zamanlar kapısında uyuyakaldığı konağın önünde buluyor.

Ürperiyor, korkuyor önce, “bu nasıl iştir?” diye düşünüyor, anlayamıyor.

Sonra dinlediği hikâyeyi anımsıyor: Getiren ve götürenin bir olduğunu.

Her yanımızın ilim, her anımızın ipuçlarıyla, işaretlerle dolu olduğuna

imân ediyor.

 

….

 

Bugünlerde soruyorlar kadına tanıdıkları,

“Kimdir Ken’an Rifâî Hazretleri” diye?

O an kalemin ucu kırılıyor.

“Biz aşk, edep ve irfan ikliminde buluştuk” diyebiliyor kadın.

Öyle de değil mi zaten?

O kâmil insan bize mârifetin mânâ âlemine yükselebilmek olduğunu anlatmıyor mu?

Ve bu âleme yükselebilmek için maddî âleme bağlayan bağlardan kurtulması gerektiğini…

O vakit söylenecek söz yoktur dilde.

Zira bize düşen görev, kendisinin mirâsına sahip çıkıp yollarından tevhide ulaşmaktır, nasipse…

 

Allah bizleri o hikmetli yola revân etsin inşaallah…

 

Ramazan Farkındalıkları

İftar anında orucu suyla açarken bardağın doluluk oranına dikkat ederim. Yarısına kadar doldurulmuşsa tamamını doldurup sonra içerim suyu. Yarısı dolu bir bardağın boş kısmına takılmayıp dolu kısmıyla meşgul olmak bana hep zor gelmiştir. Bardağın dolu tarafıyla yetinmeye çalışmaktansa tamamını etkin hale getirmek için çaba sarfetmeyi tercih ederim. Mücadele etmeyi sevdiğimden sanırım… Ya da buna açgözlülük de diyebiliriz. Ama açgözlülük biraz kolaycı bir tanım olabilir. Zira pasif bir hal yaratmanın en güçlü yöntemidir suçlamak. Ve suçlamak en kolayıdır.

Bunu sıkça yaparım aslında. Ne zaman bir şeyi yapabilecek gücü kendimde bulamasam, o noktada kendimi yetersiz, eksik ifadeli ve suçlayıcı bir tanımın arkasına saklayıp durumdan kurtulmaya çalışırım. Böylece içinden çıkamadığı bir durumdan kaçmaya çalışan korkak bir yürek değil de, kendi eksiğinin farkına varabilen ve eksiklerini çekinmeden kabul edebilen erdemli bir ruh taşıdığım hissiyle, ulvî bir varlık olarak, bulunduğum makamdan bir üst makama yükselmiş olmanın gizli gururu ile tatlı bir zevk içine düşerim.

Sonuç?

İki yüzlü soğuk bir buzdağı; görünen yüzü tevâzu ve sükûnet karışımı erdemli bir hâl, görünmeyen yüzü korkak ve şişkin bir ego…

Sanırım tevâzu ve hiçlik konularındaki fikirlerim radikal bir değişim içinde. Mütevâzi olmak, mevcut olan her şeyin Hakk’a ait olduğunu idrak etmek ile yokluğun ve fakirliğin kutsallaştırıldığı pasif ve âciz bir hayat yaşamak arasında ciddi bir uçurum var. Hiç olmaya çalışma gayreti büyük bir kibri de beraberinde getirebiliyor. Okuyup öğrendikçe daha “mânevileşmiş”, mânevileştikçe daha “hiç olmuş” ve hiçleştikçe “mübârekleşmiş” bir algının esiri olmak…

Tabiî, silsile aynen böyle ilerler. Sonra etrafımızda, mânevî bilgiden yoksun olduğuna ve bu sebeple de hayat boyu problemler yumağı içinde yaşayacağına inandığımız bir sürü zavallı oluşur. Zavallıdırlar çünkü bizim bakış açımıza sahip değildirler ve bizim yaşadığımız zevkten mahrumdurlar!
Ramazan ayının, tefekkürü ve farkındalığı körükleyen yönüne hayranlığım her sene artar…