Yazılar

Vefa Apartmanı

Geçen yıl Türk Edebiyatı Vakfı’nda çalıştığım sırada, Ahmet Kabaklı tarafından başlatılan ve 45 yılı aşkın süredir her hafta devam eden Çarşamba Sohbetlerinden birine Sadık Yalsızuçanlar’ı konuşmacı olarak davet etmiştim. Sadık Yalsızuçanlar da kendisine “Bir Vefa Hikâyesi: Tevfik İleri” konuşma başlığını seçmişti. Bu vesileyle kendisinin Vefa Apartmanı adlı kitabına dalmış, satırların altını çize çize çalışmaya başlamıştım. 

İnsanların millî ve mânevî değerleri ağzında sakız gibi dolaştırıp aynı zamanda yine nasıl sakızdan beter çiğneyip attığını gördüğümden beridir içimde fırtınalar kopuyordu. Çok uzak değil, daha yüz yıl öncesinde bile bu millet ne acılar çekmiş, ne emekler vermişken gördüğüm bîgâneliği kabullenemiyordum. Vefa Apartmanı tam o sırada yetişmişti içimin sıkıntısına. Gerçek ve yalan arasındaki kısacık hayat çizgisinde helâli haramı bilmiş, yanlışın karşısında her zaman doğru durmuş, her cefâyı sıdk ve vefâyla karşılamış örnek bir âileyle başbaşaydım. Tevfik İleri Beyefendi öyle vatan âşıklısıydı ki, Sadık Yalsızuçanlar kitabında ona “Sevgilinle memleketin birdi. ‘Seni seviyorum.’ derken eşine mi, memleketine mi sesleniyordun fark edilmiyordu.” diye hitap ediyordu.

Vefa Apartmanı’nda en etkilendiğim yerlerden biri ise şu bölümdü: “Hastalığın erittiği bedenine rağmen umut dolu ve aydınlık çehresiyle yüreğindeki memleket aşkı… Bunu bir türlü anlayamıyorum. İnsan, vatanına nasıl bu kadar âşık olabilir? Fethi Bey’in dostluk söyleşisinde geçtiği gibi, herkesin köşe dönmek için çırpındığı, ihâleler peşinde koştuğu bir zamanda, bunu anlamak ne kadar güç. Bir kadına âşık olunabilir, paraya, üne, tutkuya… Peki, insan memleketine âşık olur mu? Uğrunda her şeyden vazgeçer mi?” 

Tevfik Bey ve âilesi, hangi koşullarda olunursa olunsun insanın ilkelerinden sapmadan nasıl yaşayabileceğini gösteriyorlardı. Vatan, millet sevgisi nasıl bir esası, nasıl bir temeli teşkil ediyor; bize hatırlatıyorlardı. Kitaba devam ettikçe anlıyor ve görüyordum ki vatan aşkını yaşayamayan, ne ilâhî aşkın anlamını ne de herhangi bir şeyi gerçekten sevmenin ne demek olduğunu anlayamıyordu. Sevgide sahtecilik burada doğuyordu. Evlenmek üzere olduğu nişanlısına “Seninle birlikte memleketimizin müşterek zevklerini tadarak dolaşacağız…” diye hitap eden bir Tevfik İleri’yi, eşinin hüznünü Hazret-i Hatice gibi vakumlayıp çekmeye çalışan Vasfiye İleri’yi tanımamanın eksikliği ne büyüktü…  

Sadık Bey o gün vakfın sohbet salonunda bu güzel âileyi bizlere türlü anılarla yakînen tanıtırken, gözüm Türk Edebiyatı Vakfı Kurucusu Şeyhülmuharrîrîn Ahmet Kabaklı’nın duvara asılmış, vatanımızı annemizle bir tutan yazısının üzerinde tekrar tekrar gezinmişti. O da diyordu ki: “Kendi Gök Kubbemiz’in altındadır benim dünyam. İslâm’ın aydınlığı içinde, gönül ülkümüzün güneşi altındadır. Tarihimizin altın tozları serpilmiş vatanımız eşsizdir. Başka analar içinde anamız nasıl en güzelse, anamızın güzelliği nasıl zenginlik ve estetik ölçülere vurulamazsa, başka vatanlar içinde bizim vatanımız da en güzeldir. Onu sevmek, onarmak, işyerleri, fabrikalar, yeşillikler ve çiçeklerle donatmak görevimiz var, fakat sevmemek, beğenmemek hakkımız değildir.”

Onların vatan ve millet sevgisi öyle bir sevgiydi ki, anne, baba, evlat, kardeş, eş sevgisi dahî onun temelinde birleşmişti. Allah’a îmânları bu sevgiyi, bu sevgi de îmânlarını parlatıyor, Hak ve halk sevgileri onlarda birbirini tamamlayan bir bütün hâlinde görülüyordu. Türlü dünya zevklerinin içinde gezip kaybolmak yerine bu insanlar millet hakkı için, ezan hakkı için, cefâlârı selâm gibi karşılamayı seçmişler ve birer tevhid meşâlesi hâline gelmişlerdi. Aile sevgisinin, vatan sevgisinin ve Allah sevgisinin nasıl birlendiğini görmek için onlara bakmak yeterliydi…