Yazılar

Meşkûre Annem

Annemin mürşidiyle tanışmam 18-19 yaşlarında Kubbealtı Vakfı’nın bir kermesinde elini bana uzatmasıyla olmuştu. Zâhirde tâlip istermiş gibi görünse de aslında onu kapısına çeken, el uzatan mürşittir. Yüzüne yayılan gülümsemesi, yumuşacık, insanı saran, kadife hissi veren bakışları ve aydınlık yüzü, gönlümde o zamana kadar âşinâ olmadığım bir teslimiyet duygusu uyandırmıştı. “Cuma günü derse başlayın” sözü de bize heyecan ve mutluluk yüklü bir müjde olarak gelmişti. Uzun yıllar boyunca ne derslerdeki zevkimiz ne onun yumuşak azametine duyduğumuz heyecanımız azalmadı. Aksine, usta bir çömlekçi zarafetiyle, eline teslim edilen Hak ve Efendi emâneti olarak kabul ettiği öğrencilerini istidatları miktarınca aşkla yoğurdu, kalıba soktu. Bir gün bir sohbet arasında “Kızım, karşımıza bir kibritle tutuşacak benzin gibi çıra meşrepler de geliyor ama bizim vazifemiz odunları tutuşturmak, hem de tütmeden yakmak” buyurmuşlardı.

Genel yapı olarak hissettiğimiz, yumuşaklık hâli idi. Son derece sâkin, dengeli, mütevâzi yapısında her şeyin hakkıyla yerli yerine konuşunu görebilirdik. Hayatın her ânının hakkını verirdi. Günlük hayatına uzun süreler tanıklık etme fırsatını bulan bizler, mürşidi tarafından üzerine ince ince işlenmiş nakışı her zaman görürdük. Hiçbir zaman meydanda kendisi olmaz, işlerin her birinin, üzerinde vazife olduğunu ve hakikatte her nefes Efendisiyle olduğunu hissederdik. Annesinin kucağında kundağıyla girdiği Efendisinin kapısından ve onun yolundan, ömrünün sonuna kadar bir nefes ayrıldığını görmedik.

Dilinde söylediği ne ise, hâli de öyleydi. Mürşidinin “Allah aşkından gayrı gözünden bir damla akmasın” emrini sonuna kadar tuttuğunu gördük. Gelen hâdise ne kadar acı olursa olsun, bir damla gözyaşı akıttığına şâhit olmadık. Eşinin vefâtında, torununun vefâtında hep bu hal üzereydi. Ağır bir baş zonası geçirdiği dönemde bize “Hastalıklar da vücutta misâfirdir” demiş ve eklemişti: “Sıkıntıları ve zahmetleri ruhumuz duymuyor ama beden hissediyor. Esas olan, şikâyet etmemektir. Misâfir bizden memnun ayrılsın.”

Hak’tan gelen her sıkıntıya “sevgilidendir” diye rızâ gösterirdi, mânevî vazifelerinin hakkını da lâyıkıyla verdi. O zamanlar ne şartlar bu kadar rahat, ne de imkânlar bu kadar genişti. Bütün ders ve sohbetler onun evinde yapılır, telefonla müşkülünü soranlar, ziyârete gelenler eksik olmazdı. Bütün bu trafiğin içinde evinin düzeni hiç bozulmaz, eşine eşlik, evlâtlarına annelik, torunlara anneannelik hakkıyla yapılırdı.

Misâfir ağırlanırken bahçede oynayan torunlar ya da akşam yemeği ihmal olunmazdı. Misâfirler için ne ikram edileceğinden ayaklara verilecek terliğe kadar her şeyi düşünür, hâne halkına tembihlerdi. Eve gelen misafir, bir dergâha gelmişçesine karşılanır, evin hallerinden -çocuk mu uyuyor ya da hasta mı var- hiç haberi olmaz, lâyıkıyla ağırlanırlardı.

Sohbetlerde âdetâ salon genişler, kapıdan her girene yer bulunurdu, biz gençler her defasında bu mûcizeyi hayretle takip ederdik. Kimi zaman sohbet o kadar aşklı olurdu ki, evin sallandığını, deprem olduğunu sanırdık. O sohbetlerde sadece mânevî eğitim almazdık, hâlinden, tavrından, usûl erkân, muâmelât ve edep öğrenirdik. Tekke âdâbı, huzurda olma âdâbı, öğrendiklerimizdendi. Bize “Mürşit huzurunda edeple bir saat oturmak, kırk yıl nâfile ibâdetten üstündür” derdi. Her Cuma günü heyecanla koşarak gittiğimiz sohbetten mânâyla dolmuş, arınmış, sorularımıza cevap almış, hatâlarımızı görmüş olarak çıkardık. Hatâlar aslâ yüze vurulmazdı; ruhumuzun içine bakan bir bakışından ve “değil mi canım?” diyerek anlattığı bir hikâyeden nasibimizce alacağımızı alırdık. Gençlere özellikle çok önem verirdi, bizlerin koşarak sohbete gelişinden çok memnun olurdu ve bizim sorumluluğumuzu gencecik yaşına rağmen Cemâlnur Abla’nın omuzuna vermişti. Her Cumartesi günü ve Perşembe gecesi bizimle bıkmadan çalışırdı; muhtemelen biz o zamanlarda farkında olmasak da hatâlarımızın ve yanlışlarımızın düzeltilmesinden Cemâlnur Abla sorumlu olurdu.

İhvânın büyüklerinden defalarca işitmişizdir, “Meşkûre’nin üzerine hiç güneş doğmadı” derlerdi. Hakikaten sabah namazına kalkar, namazdan sonra Efendisine ve Vâlide Sultan’a niyaz ederek her zaman oturduğu koltuğuna oturur, ihvânın duâ listesini alır, namaz sonrası âdeti olduğu üzere müşkülü olanlara adadığı Yâsinleri okurdu. Hepimiz bilirdik ki nazlı bir sultandı, duâsı geri çevrilmez, kabul olunurdu. Biz de onun evlâdı olmanın rahatlığı ile her işimiz için duâ istemeye koşardık.

Eve gelen misâfirlere hemen ikramda bulunulmasını arzu ederdi. Hediyeleşmeyi sever, hediyeyi hediye eder, huzûrundan kimseyi maddî-mânevî eli boş göndermezdi. Öyle samimi ve o kadar güzel hediye edişi vardı ki! Bir Amerika seyahati sonrası hepimize birer hediye getirmişti O hediyeyi aldığımızda her birimiz kendimizi  çok özel hissetmiştik. Bizler de bu âdetini bildiğimizden ona hediye edebileceği eşyalar almaya gayret ederdik. Maaşını aldığı gün ilk önce fakir fukarânın hakkını ayırır, burslarını verir, kalanı ile geçinirdi.

İddialaşmayı, münâkaşayı, hele hele itirâzı hiç sevmezlerdi. “İtiraz şikâyeti getirir, şikâyet kalpten rahmeti götürür” derlerdi. Huzurunda ilk öğrendiğimiz ders, “Dervişlik neden ve niçini terketmektir” olmuştu.

İlhan (Ayverdi) Teyze ve Türkân (Erkmen) Teyze’yle birlikte olmayı severlerdi. Bir gün “Kızım, İlhan ve Türkân’la ruhum dinleniyor” demişlerdi. Salı günlerini heyecanla bekler ve o gün Sâmiha Anne’yle buluşmaya giderlerdi. Bizler de Sâmiha Anne’den gelecek haberleri almak üzere Cuma gününü iple çekerdik.

Ramazanlar bizim için çok özeldi. Hepimiz toplanır, dâvetli olduğumuz ihvâna iftara giderdik. Ama en güzeli Meşkûre Anne’nin evinde olanlardı. Mübârek sultan, usulca evi bize terk ederdi; bizler iftardan sahura kadar sohbet eder, namazlarımızı kılar ve sahurdan sonra dağılırdık. Evi uzak olanlar orada kalır, kimimiz divanda, kimimiz onun yatağında uyurduk.

“Evlâtlarım, ihvânımın hizmetçisidir” buyururlardı. İnanılmaz bir hâfızası vardı. İhtiyâcı olan bütün telefon numaralarını neredeyse ezbere bilir, çok ender rehber kullanırlardı. Aktüaliteyi takip eder, film seyretmeyi çok sever ve mutlaka birçok ibret ve ders çıkarırdı.

Hayatı boyunca mürşidine olan saygı ve sevgisinin üzerine hiçbir şeyi koymadı; öyle ki, mürşidinin ailesine Ehli Beyt’e hürmet edercesine âilenin en küçük ferdine kadar hürmet eder, ilgi ve alâka gösterirdi. Efendisinin konağının dergâh kısmının tekrar yapılması gündeme geldiğinde inanılmaz heyecanlanmıştı. O kısım tamamlanıp açılana kadar kuruş kuruş ihvanla birlikte para toplamış, dergâh-ı şerifin ihyâsı için bir nefes durmadan çalışmıştı. Efendisinin dilinden söyleme ve anlatma görevini aldığı günden vefâtına kadar bir gün ara vermeden, bir gün aksatmadan sohbetlere devam etti. Ne ölümler ne hastalıklar ya da herhangi bir başka sebep ona ara verdirmedi, yüzünü ekşitmedi, bir an, bir nefes mürşidinin mânâsından ayrılmadı.

Allah bizlere de iki cihanda ona lâyık evlâtlar olmayı nasib etsin ve hocalık hakkını inkâr ettirmesin inşaallah.

Arzu Karslıoğlu

“Meşkûre Sargut: Aşk, Kâmil İnsan ve Tevhîd”

Âliye M. Kurşun’un 1. Uluslararası Tasavvuf Araştırmaları Lisansüstü Öğrenci Sempozyumu’nda Sunduğu Bildirisi 

 

Hatice Meşkûre Sargut, 6 Mart 1925 tarihinde İstanbul`da, Fâtih Eğrikapı`da dünyaya gelmiştir. Çerkez kökenli olan annesi Şâdiye Tınaz ev hanımıdır. Bulgaristan göçmeni olan babası Remzi Tınaz Bey, Osmanlı Devleti’nin donanmasında deniz subayı olarak görev yapmıştır.

Muallâ ve Süheylâ isimli iki kız kardeşten sonra dünyaya gelen Meşkûre Sargut`a “kendisinden dolayı şükredilen” mânâsındaki ismini anne ve babasının mürşîdi Ken`ân Rifâî Hazretleri vermiştir.

Meşkûre Sargut, resmî tahsîline altı yaşında, Fâtih`te bir mahalle mektebinde başlamıştır. Devâmında Hayriye Lisesi’nde, sonra İstanbul Kız Lisesi’nde eğitimini tamamlamıştır. Buradan mezun olduktan sonra İstanbul Üniversitesi’nin İngiliz Dili ve Edebiyâtı bölümünde Hâlide Edib Adıvar gibi hocalarla öğrenimini sürdürmüştür. 1942 yılında, Hz. Ken`ân Rifâî`nin talebesi Dr. Ömer Faruk Sargut Bey’le evlenmiştir.  İkinci sınıfı bitirdikten sonra eşinin arzusu üzerine okulu bırakmıştır. Bu evlilikten on sene sonra, 1952 yılında Cemâlnur, 1954 yılında Âsuman isimli iki kız evlâdı dünyaya gelmiştir.

Hayatını İslam`a ve  bu dinin doğru yaşanmasına adayan Meşkûre Sargut, onlarca talebesini ve “Duygulu Gönüllere Hitap”, “Mevlânâ Diyor Ki”, “Hak ve Halk Yolunda Mevlânâ”, “Ârifler Bahçesinden” isimli neşredilmiş kitaplarını bizlere eserleri olarak bırakmıştır.

Eserlerini incelediğimizde, Meşkûre Sargut’a göre, yaradılışın aşkla başladığını, bu aşkın öğreticisinin hakîki âşık olarak nitelendirdiği kâmil insan olduğunu ve aşkın netîcesinin tevhîd olduğunu görmekteyiz.

Kâmil insanla ilgili düşüncelerini eserlerinden hareketle şu şekilde özetleyebiliriz: Ney’den murâd Hz. Muhammed’in (s.a.v) hakîkatidir. Hz. Muhammed’in vârisi olan kâmil insanlar da birer ‘ney’dir.[1] Kemâl ehlinin esrârına vâsıl olmak isteyenlerin kendi zanlarını bırakmaları bir şarttır. Zîra ancak bu şekilde onun Hâlik ile birleşmiş olduğuna şehâdet edilebilir ve Hz. Muhammed’in “Beni gören Allah’ı görür” sırrından gâfil olunmaz.[2] Hakîki âşık, kâmil insandır. Onun bağrı yanmış, içi mâsivâdan boşalmıştır. O, mâşuğun elinde bir kamış gibi onun dileğini terennüm eder. Kâmil insan Allah’tan ayrı değildir.[3] Meşkûre Hanımefendi’ye göre, kalbinde muhabbet besleyerek, kâmil insanın eteğine yapışanların aşk yolunda mücâhedesi çok çabuk olmaktadır.[4]

Sargut, aşkı Hz. Muhammed’in yolu olarak değerlendirmektedir.[5] O, Allah’ın kalbe koyduğu en büyük lûtfu ve en asil duygudur ki, ona lâyık olan Allah’a lâyıktır. İnsanın nefsini yokluk mertebesine eriştiren yegâne kuvvet aşktır. Aşk, dağınık fikirleri tek noktada toplamaya muktedirdir ve insanın hırsına, tamahına, şehvetine bir kalem çizer. Aşk, insana vaktini ve kalbini kazandırır. Kalbini gerçeğe, vaktini insânî düşünce ve hareketlere bağlar. Sargut’a göre, hakîki âşık sevdiği bir, gördüğü bir, taptığı bir olandır.[6]

Seksen sekiz yaşında, geçirmiş olduğu akciğer rahatsızlığı sonucunda bir süre hastahanede tedâvi gördükten sonra  9 Şubat 2013 tarihinde vefât eden Meşkûre Sargut, kâmil insan eliyle yok olduğunu ve yeniden aşkla var oluğunu, kendisi için gayrının kalmadığını yıllar önce mürşîdi Hz. Ken’ân Rifâî’ye söylemiş olduğu iki mısrâya sığdırarak şu şekilde ifâde etmiştir:

Gâh var olup Cemâl`e dururum

Gâh yok olup Cemâl`in olurum

 

 

[1] Meşkure Sargut. Duygulu Gönüllere Hitap. İstanbul:Adil Ceylan Matbaası,1950, s.3.

[2] a.g.e., s. 9-10.

[3] a.g.e., s. 29-31.

[4] a.g.e., s. 17-19.

[5] Meşkure Sargut.Hak ve Halk Yolunda Mevlana.Konya:Azim Yayınları,1958, s. 4.

[6] a.g.e., s. 34.