Yazılar

Sohbetler (Ekim-Kasım-Aralık 2018)

SOHBETLER

 

Dünya ehlinin vefâsızlığından bahsediliyordu:

  • “Elbet Allah’tan başka kimsede vefâ yoktur. Bir de Allah yolunun yolcularından başka.. Dünya ehlinin dostluğu, büyük bir balona benzer. Küçük bir iğne batırılınca hemen sönüp gider. Onun için bu dünyâda cefâ görmek istemeyenler, dünyâdan ve dünyâ ehlinden vefâ beklememelidirler.”

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 15)

 

****

Şuur ve adem-i şuurdan bahsedilirken:

– “Gözün nuru olmasa, göz baksa da görmez. Gözün süvarisi nurdur.

Bir at da ne kadar müstesna ve güzel olursa olsun ona bir kimse binmedikçe gideceği yeri bilemez.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 67)

 

****

Dâima, iyi kimseler ile düşüp kalkmanın faydalarından bahsolunuyordu:

– “Sohbet müessirdir, sohbet ve ülfet, insanoğlunun iç bünyesine, karakter yapısına siner, tesir eyler; debbağhâneye gittiğin vakit üstüne pis koku, gülhâneye gittiğin vakit ise gül kokusu sindiği gibi…

Dünyâ ehlinin dedikodudan ibaret meclislerinde bulunmak yahut mânevî ve rûhânî meclislerin yükseltici, olgunlaştırıcı havası içinde sohbet eylemek de insan üzerinde aynı müsbet veya menfî tesiri yapar.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 68)

****

Sâmiha Hanım:

Bir kere idi, dervişliğin buyruk dinlemek olduğunu söylemiştiniz.

“Tabiî, tabiî… Dervişlik buyruk dinlemektir. Çünkü her olan, Allah’ın buyruğudur. Bütün kitaplar bu dört kelime içindedir. Bunu hal eden, lâ ilahe illallah demiş olur.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2000, s. 352)

 

Editörden (Mart 2017)

Merhabalar,

Baharın doludizgin geldiği bu günlerde siz dostlarımızla yeniden beraberiz çok şükür. Her Nefes’in bu ayki konusuna geçmeden önce sizlerle Her Nefes’teki bazı değişiklikleri paylaşmayı diliyorum. Yaşadığımız dönem son derece süratle dijital dünyaya doğru değişti-değişiyor. Artık birçoğumuz için dijital haberleşme, bilgilenme daha popüler hale geldi-geliyor. Bizler de Nefes Yayınevi çatısı altında PDF formatında yayınladığımız dergimizi daha interaktif bir forma, blog formuna çevirme kararı aldık. Zaten 2013 yılından bugüne kadar çıkan sayılarımızdaki yazıları blog formatında da yayınlıyorduk, şimdi blogu asıl formatımız haline getirdik. İnşallah gün geçtikçe bu formatımızı da da istekleriniz ve önerileriniz doğrusunda geliştirerek daha donanımlı ve güzel kılacağız. Böylece yazarlarımıza, yazılarına doğrudan beğenilerinizi ve önerileriniz iletebileceksiniz. Bir anlamda daha yüzyüze olacağız diyebiliriz. Beğenirsiniz inşallah diyerek Mart konumuza geçelim.

Efendim, konumuz “İstidat”. İstidat kelimesi, aslında a’yân-ı sâbite demekmiş. Bunun dışında istidat kelimesi güzel Türkçemizde, yetenek, kabiliyet, fıtrat, yatkınlık, kapasite ve hakkını verme gibi pek çok anlamda kullanılıyor. Arapça kökenli bir kelime ama dilimize yerleşmiş ve yukarıda belirtildiği gibi pek çok farklı anlamda kullanılabiliyor. Biz yazılarımızda nasıl kullandık? Yazar ekibimiz ile toplandık. Önce bu kelimeyi öğrendik, çalıştık ve kendimizce bizi, hayatımızı etkileyen anlamları ile gönlümüzden gelen, kalemimizden dökülenleri bir hizaya getirdik ve sizlere kendimizce, bu kelimenin ve anlamlarının hayatımızdaki yerini istidâdımız ölçüsünde anlatmaya çalıştık.

İnşallah sizler de bizim kadar bu kelimeden etkilenir ve kendi gönlünüzde yeşeren mânâ çiçeklerini derlersiniz. Elbette kusurları bizlere, güzellikleri yaratılmış her şeyin rabbine ait olmak üzere Mart 2017 sayımıza hoş geldiniz, safâ getirdiniz.

Sohbetler (Mart 2017)

–  Cenâb-ı Hakk’ın iki âşıktan birine zâtıyla, diğerine ise sıfatiyle tecellî etmesinin sebebi nedir?
–  “Tecellî, herkesin istidat ve kabiliyetine, yâni kabına göredir. Bu kaplardan meselâ bir fincanın, bir bardağın üstünden deryayı da geçirsen, istiabı kadar alır ve dolunca da, hal diliyle ‘doldum’ diyerek geri kalan akıp gider. Kezâ bir kazan, bir havuz ve ilh… için de aynı kânun hâkimdir. Tâ deryaya varıncaya kadar…
Gerçi her kabın dolunca, doldum, demesi tabiîdir. Fakat bir fincanın bir kazana nisbetle doldum diyip övünmesi ne kadar gülünçtür.
İşte, bu alış ve istidat sebebiyle, herkese kabiliyetine göre tecellî vâki’ olur. Fakat azamet-i ilâhiyyeye nihayet yoktur. Öyle olmamış olsa, Hazret-i Resûl-i Ekrem ‘Yâ Rabbî senin marifetini hakkıyle bilemedik’ buyurur muydu?”

 

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 17)

********


Her ihtiyâcın üstünde olan aşk ihtiyâcına neden herkes aynı ölçüde arzulu ve istekli olmuyor?
— “İlâhî saltanatın zuhuru zıtlar iledir de onun için. Her ihtiyaç da istidat ve kabiliyete göredir. Meselâ İstanbul vilâyetini aşk farzedelim. Bu vilâyetin valisinden en küçük memuruna kadar her kademede birçok hizmet erbabı mevcut. Defterdarı, muhasebecisi, husûsî kalem müdürü olduğu gibi, belediye memuru, polisi, jandarması hattâ süprüntücüsü de var. Kendilerine göre birer mevkie ve isme sahip olan bütün bu kadro, hep aynı vilâyetin lüzumlu elemanları. Fakat bunların hepsi birden, valinin muavini olmak isteseler, bütün kalabalığın vilâyet merkezinde toplanması ve aynı işi yapması lâzım geleceğinden, teşkilât ve nizam derhal alt üst olmaz mı?
Halbuki bunların hepsi de aynı vilâyetin yukarı veya aşağı kademeden vazifelileri, memurları. Yâni o merkez etrafında hisselerine ve liyâkatlarına düşen tecellîye sahip âşıklar… fakat o merkezin, kendi ihata ve kudretine göre uhdesine vermiş olduğu derecede kalmaya mecbur. Tâ ki çark dönsün, nizam bozulmasın.
Bunun gibi herkes de ilâhî mâşûka nedîm olmayı istese dünyâdan maksut hâsıl olmaz ve Hakk’ın saltanatı zuhura gelmezdi.”

Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 36

 

************

 

– Mesnevî-i Şerif’de de dişleri çıkmamış bir çocuğa ekmek yahut et yedirebilir misin? Ama dişleri çıkınca o bunları kendiliğinden ister, buyuruluyor.
– “‘Öyle ya… bir süt çocuğuna vakitsiz elemek vermek hazımsızlığına belki de ölümüne bile sebebiyet verir. Yâni, bir kimseye, kaldıramayacağı sözleri söylersen îmânını kaybetmek tehlikesine düşer. İşte bunun için Resûlullah Efendimiz ‘Halka, akıllarının yettiği dereceden söyleyiniz, kendi aklınızın yettiği mertebeden değil…’ buyuruyor. Çünkü herkes aynı istidat ve kabiliyeti hâiz değildir.”

Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 84

Editörden (Şubat 2017)

Merhaba Dostlar,

Her nefes gönlümüzden kalemimize dökülen ve kâğıtlara saçılan kelâmlarımızı paylaştığımız kıymetli dostlarımız!

“Şükür” konulu Şubat 2017 sayımıza hoş geldiniz.

Bu sayı bizim için çok özel bir sayı oldu. Nedenini siz dostlarımızla da paylaşmak istiyorum. Biz Her Nefes yazarları olarak oldukça uzun zamandır birarada bulunan ve iyi dostlardan oluşan bir ekibiz. “Şükür” sayısı hakkında konuşmak için biraraya geldiğimizde konu gereği, ne kadar çok şükredecek sebebimiz olduğunu ve bizim bunlara ne kadar az şükrettiğimizi konuştuk. İşte tam da bu noktada yıllardır süren dostluklarımızı, ailelerimizi, sahip olduklarımızı, kıymetini bildiklerimizi ve kıymet bilmekte zâfiyete düştüğümüz zamanları hatırladık. Anılarımızı, hallerimizi ve birlikte geçirdiğimiz zamanlarımızı düşündük, konuştuk ve paylaştık. Bu fikir alışverişi bizi bizle yüzleştirdi. Velhasıl bu sayı bizler için de etkileyici bir sayı oldu.

Sayımızda neler var derseniz, neler yok ki diye cevap verebiliriz. Öncelikle hâlimize şükür var. Sonrasında sahip olduklarımıza, olamadıklarımıza, öğrendiklerimize, öğretenlere, daha doğrusu öğretenlerin ve öğrenilenlerin en mükemmeli olan Rabbimize, peygamberimiz Ahmed Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) ve dinimize şükretmek var. Özetle, bizler gibi eksik ve yetersiz olsa da her şeyden biraz var.

Elbette konusu şükür olan bu sayımızı hazırlarken hatamız, eksiğimiz ve kusurumuz olmuştur. Siz kıymetli okuyucularımızın hoşgörüsüne sığınıyoruz ve sürç-ü lisan ettiysek affola diyoruz. Bir sayımıza daha kavuşmanın şükrü ile Şubat sayımıza safâlar getirdiniz.

Sohbetler (Şubat 2017)

Şükrün mânâsından söz açılması üzerine:

– “Yalnız dil ile şükreylemek, tam şükür demek değildir. Şükür, çalışmaktır. Hakk’n hoşlandığı her yerde ibretle Allah’ın azametini seyreylemektir. Şükür ailesinin hizmetinde bulunmaktır. Kulağınla, fena ve harama müteallik bir şey dinlememek; elinle, Allah’ın rızâsının hâricinde bir şey tutmamak; ayağınla, yine o rızânın olmadığı bir yere teveccüh etmemek; hâsılı bütün varlığını Hakk’ın rızâsında kullanmak şükretmek demektir.

Meselâ bir sarhoş gördün. Sarhoş, rezil… Bak şu adamın hâline… Başı da hiç secdeye gelmiyor… deme. Yâni ayıplama! Yâ Rabbî, şu kuluna hidâyet et, beni de bu halden muhafaza et… Bilirim, istersen bir anda beni onun hâline, onu da benim hâlime koyarsın. Yâ Rabbî sana sığınıyorum. Koru beni, buna da hidâyetini ihsan et! diye Allah’a yalvar.

Böyle yapmaz da o kimseyi ayıplarsan, hem onu gıybet etmiş hem de kendini beğenerek şeytanlık sıfatını giymiş olursun. Hulâsa şükür, benliğe düşmemek, yâni kendini beğenmemek, Allah’tan gelen lütuf ve kahrı hoş görmek, Allah’ın verdiği sefayı da cefâyı da tatlı karşılamaktır.”

(Kenan Rifâî, Sohbetler, İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı, 2011, s. 398)

******

Hazret-i Davut öyle demiş: Yâ Rabbî ben sana nasıl şükredeyim? Çünkü şükür de senden bir nimettir. O nimete de ayrı şükür lâzımdır. Bunun üzerine buyurulmuş ki: Yâ Davut, şükre iktidarın olmadığını, aczin bulunduğunu bilmek asıl şükürdür.

Şükür üç türlü olur. Biri kalp şükrü ki, kalbin, nimetin nimeti vericiden olduğunu bilmesidir. Yâni maddî olsun, manevî olsun, nimetlerin Allah’tan olduğunu bilmek kalp şükrüdür.

Biri de lisan şükrüdür ki, nimeti vereni lisanla medhetmektir.
Üçüncüsü ise âzâ ile şükürdür ki, bu da Allah’a itaat ve ibâdet etmektir. Fakat bu şükürlerden asıl olan, kalp şükrüdür.

Şükür üç kısım olduğu gibi, aynı zamanda üç derecedir. Birinci derece, senin için makbul olan, hoşuna giden şeylere şükretmektir. Bu şükürde avam da havas da dâhildir. Meselâ evlât sahibi olmak, işi ilerlemek, maaşı artmak gibi, hoşlanılan hâdiselere şükretmektir.

İkincisi, sevdiğin ve sevmediğin şeyleri bir tutarak, Hak’tan her ne gelirse ona razı olmaktır. Ama bu her kişinin kârı değildir.

Üçüncüsü ise, nimeti veren Allah Zülcelâl’de o kadar müstağrak olmak ki, nimeti görmeye bile vakti olmamaktır, ki şükrün asıl mânâsı budur. İşte, bu şükür sahibinin önünde bende ol, yok ol.”

(Kenan Rifâî, Sohbetler, İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı, 2011, s. 315)

Editörden (Aralık 2016 – Ocak 2017)

Merhaba Dostlar,

Biraz gecikmeli de olsa Aralık – Ocak sayımıza eriştik çok şükür. Teslimiyet – Kurbiyet (Bağlılık) konuları birbiriyle bağlantılı olunca bu sayımızda birleştirelim, öyle huzurunuza gelelim istedik. Sonunda vuslat nasip oldu. Konularımıza baktığımızda, bunların birbirinden ayrılmadığını âşikâr olarak görüyoruz. Hayatımız boyunca yaşadığımız, gördüğümüz ve öğrendiğimiz pek çok mesele bu iki terim üzerine oturuyor.

Örneğin, eğitim hayatımızda bir konuya yakınlık hissetmeden, o konuya bağlanmadan, onun eğitimini almaya talip ve teslim olmadan, meslek sahibi olamıyoruz. Benzer olarak hayatımıza giren dost ve sevdiklerimize de bağlılık duymadan sırlarımızı ve özelimizi teslim edemiyoruz. Hatta bana göre beşer mertebesinden, insan mertebesini geçmemiz için de önce bir öğretmene bağlanmamız ve sonra eğitimine teslim olmamız gerekiyor. Belki bu nedenle yüce dinimiz, İslâm -Teslim kökünden gelen bir kelime, Allah’a ve mübârek peygamberimize bağlılık hissetmeden, Allah’a teslim olmamız, İSLÂM olmamız mümkün görünmüyor.

Bu hale ulaşan müstesnâ insanların eserlerinden okuyor ve öğreniyoruz ki, bu kelimelerin anlamlarını idrak edip yaşamaya başladıklarında, hayatları tamamen farklılaşıyor ve her nefes keyifli, etkileyici, öğretici bir hal alıyor. Kendi hayatımıza bu kelimeleri ve mânâlarını yerleştirmeye çalıştığımızda hayatımızı idâme ettireceğimiz sevdiğimiz işimize, kadim dostlarımıza veya ruh eşlerimize kavuşuyoruz. İdrakimiz genişliyor ve hayatı başka anlamaya, yaşamaya başlıyoruz. Velhasıl önemli ve ayrılmaz bir ikili, Kurbiyet ve Teslimiyet.

Her Nefes  ekibi olarak dilimiz döndüğünce bu konulara dair gönlümüzden kalemimize dökülenleri sizlerle paylaşmak istedik. Her zaman olduğu gibi hataları, eksiklikleri bizlere, güzellikleri her şeyin sahibine ait olmak üzere diyerek, gönülden bağlı olduğumuz siz dostlarımıza, Her Nefes Aralık – Ocak sayımızı teslim ediyoruz.  

Hürmetlerimizle…

Sohbetler (Aralık 2016 – Ocak 2017)

Münîre Hanımefendi:
–  “Efendim, dikkat ediyorum her akşam Aziz Efendi’nin ellerinden, damlayacak kadar ter sızıyor.”
– “O ki, efendiliği tasdik edilmiş, eline diploması verilmiş ve ‘Hürsün!’ denilmiş bir kimse iken kemâliyle edebini muhafaza eder; o kadar ki, yüzünün terini sileceği vakit başını hırkasının içine saklar. Benimle Medine’ye giderken, herkes trende sıcaktan ıslak yerlere yatardı. O ise, bir şeye ihtiyaç olup kendisini çağıracağımı düşünerek edeple beklerdi. Şam’dan geçerken, haydi dedim, git meyhaneden iki şişe konyak al, yol hâli bu, belki lâzım olur.
Bir kere, başında sarık ve cübbesiyle Azîz Efendi’yi düşünün ve sonra onun yabancı bir yerde meyhane arayıp elinde konyak şişeleriyle gelişini tasavvur edin! Hem de gizli kapaklı değil, elinde sallaya sallaya… Kendisine, bize lâzım olan konyak değil senin teslimiyetin idi, diyerek şişeleri elinden aldım ve trenin penceresinden dışarı fırlattım.
Edep ve teslimiyetten kimse fenalık görmemiştir. Zâtın biri, “Edep, ilahi bir taçtır, onu başına koyduktan sonra istediğin yere git, sana açıktır” buyurur. Hazret-i Pîr de “Allah’tan edebi bize yoldaş etmesini isteyelim. Çünkü edebi olmayan iki âlemde de mahrumdur” diyor. Hâsılı, iki âlemde de selâmet yolu edeptir.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 6)

**********

–  “İş, o kâmil hocayı bulmakta ve onun da talebesini sevmesinde…”
–  “Hayır, kâmil hocayı bulursun da yine olamayabilirsin. Eğer ona küllî bir teslim ile teslim olmazsan ve bu istidat ve kabiliyet sende bulunmazsa nafiledir. Meselâ hoca talebesine, mektebe tam sekizde gel ve filân kitapları da ali deyip de talebe kendi aklınca ‘Beni sekizde çağırdı ama sekiz erkendir, dokuzda gideyim’ diyerek, üstelik de kendi bildiği kitapları alarak mektebe gidip hocanın anlattıklarına ve öğrettiklerine dikkat etmezse buna üstat ne yapsın?”
Server Bey:
– “O isterse taşı da altın eder.”
– “Evet ama o taşta da altın damarı olmalı… Bir de ihsan olarak, yâni geçici bir zaman için bir imkân verilmiş olsa da, aslına rücû edip gider. İşte, her mektebe girenin orayı ikmâle muvaffak olacağına dâir eline hüccet verilmediği gibi, her sülûk eden kimse de dervişlik şahâdetnamesi alamaz. Fakat gerçekten derviş olan kimsede de demin zikrettiğimiz meziyetlerin bulunması pek tabiîdir.”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s.20)

*****

Hocamız, İzmir’e gidip dönen birisine, bu yolculuğunun nasıl geçtiğini sordu. Yolcu da, hem giderken hem gelirken çok sakin bir havada ve dalgasız, fırtınasız bir denizde seyahat etmiş olduğunu anlattıktan sonra:
– “Dümdüz bir deniz insana teslimiyeti hatırlatıyor!” dedi.
– “Hakk’a teslim olmak, âsûdelik, rahatlık ve saadet zamanlarında belli olmaz. Asıl teslimiyet, fırtına ve felâketlerde olur!”

(Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı Neşriyâtı, 2000, s. 32)