Yazılar

“FUAT SEZGİN HOCA”

 

Yaklaşık sekiz yıl kadar önce güneşli bir bahar günü Gülhane Parkı’nda geziyordum. Ulu çınarların üzerine yuvalanan leylekleri, harika çiçek düzenlemelerini seyrederken karşıma büyük bir küre çıktı. Günümüz coğrafî verilerine çok yakın, fakat yine de bazı eksikleri olan bir dünya haritasının üzerinde neredeyse tüm kıtaları görmek mümkündü. Bu kürenin ne olduğunu merak edip yerde duran levhaya baktım: Halife Memûn zamanında (9. yy) yaptırılan dünya haritası. Bir an şaşırdım. Bize öğretilene göre, Dünya’nın küre şeklinde olduğunu ilk bulan Galileo Galilei idi. Küre, iki katlı, uzunca, zarif fakat Gülhane’nin doğallığını bozup ön plana çıkmayacak kadar mütevâzi bir binanın önüne yerleştirilmişti. Binanın kapısında “İstanbul İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi” yazıyordu. Mühendislik eğitimi almış biri olarak derin bir merak uyandıran bu müzeye girmeye karar verdim.

İçeride coğrafyadan tıbba, kimyadan matematiğe, astrolojiden biyolojiye kadar tüm ilimler üzerine Müslüman bilim adamlarının hizmetleri tasvir edilmişti. Aslına uygun modelleri, el yazmalarının orijinallerini, buluşların ana temalarını anlatan modelleri gezerken geçen zamanı anlayamadım. Binanın iki katında uzun iki koridor olarak düzenlenmiş müzenin çıkışına geldiğimde, güvenlik görevlisi artık kapatma zamanının geldiğini haber verdi.

 

Fuat Sezgin Hoca’yla ilk tanışmam müzenin çıkışında sergilenen birkaç kitabı vâsıtası ile oldu. Sadece İslâm Bilim Tarihi değil, genel anlamda Bilim Tarihi hakkında bu ufuk açıcı çalışmaların sahibi hocamızı daha yakından tanımak için sergilenen kitaplardan birini satın almak istedim. Maalesef bu kitaplardan hiçbiri müzede satılmıyordu. Günün geri kalan kısmını Eminönü’nde ve Kadıköy’de bulabildiğim en büyük kitapçılarda Hoca’nın kitaplarını arayarak geçirdim. Tek bir kopya dahi bulamadım. Sonunda internet üzerinden sipariş vererek sabırsızlık içinde beklemeye koyuldum.

 

“Bilim Tarihi Sohbetleri” Fuat Hoca’nın hayatı, fikirleri ve İslâm Bilim Tarihi hakkında ilgi çekici bulguları hakkında çok kısa bir kitap. Bu kitapta Hoca’nın günde on yedi saatini adadığı çalışmalarını, ilmi uğruna vatanından ihraç edilişini, kimseye gönül koymadan, azimle ve sebatla Almanya’da çalışmalarına hangi şartlarda devam ettiğini okudum. Almanya’ya ilk geldiğinde neredeyse açlık çekecek kadar yoksul olmasına rağmen, çalışmak istediği dal olmadığı için başka bir konuda kendisine teklif edilen akademik görevi reddedişi karşısında bir dostu ona çok kızmış. Ancak yıllar sonra, ortaya çıkan eseriyle Kral Faysal Ödülü’ne lâyık görülünce bu dostu kapısını çalıp seneler önce verdiği tepkiden dolayı kendisinden af dilemiş.

 

Ona öfkelenen dostu gibi, ben de Fuat Hoca’yı anlamakta güçlük çekiyorum. Doktoramı bitirdikten sonra, ilime akademisyen olarak hizmet etmekten vazgeçmiştim. Günümüzün birçok bilim insanıyla tanışma fırsatım oldu. Nobel ödüllü hocaların derslerini dahi dinlemek nasip oldu. Fakat hiçbirinde, Fuat Hoca’nın ilme olan aşkını göremedim. Fuat Hoca’nın on yedi ciltlik eserinde anlattığı kimya ilminin kurucusu Câbir İbni Hayyân, devesinin adımlarını sayarak ve trigonometri kurallarını uygulayarak ekvatorun uzunluğunu çok küçük bir hata ile hesaplayan Birûnî ve daha niceleri Fuat Hoca’nın uzak diyarlardan kardeşleriydi âdetâ. Bu muazzam müfekkirler, ilim adına ne bulsalar inceleyip “ben değil, o buldu!” diyebilecek tevâzuyla Yunan bilim mirasını günümüze taşıyanlardı. Onlar atıflı bilim metodunun temellerini hadis ilmiyle kuran, yaptıkları hizmette ancak kendi katkılarının altına imza atıp hocalarının ve seleflerinin isimlerini yaşatanlardı. Fuat Hoca’nın deyişiyle, bilgilerini kendilerine ait bir metâ değil, insanlığın ortak değeri olarak görüyor, sahiplenmek yerine paylaşmayı arzuluyorlardı. Hepsinden önemlisi, ilmi bir ticârî kazanç değil, mânevî bir doyum aracı ve Allah’ın sünnetini keşfetmede bir vâsıta olarak gören hizmetkârlardı. Bu sebeple birçoğu, tabiat ilimlerinin yanı sıra, kelâm, hadis, tasavvuf gibi mânevî ilimlerde de ilerlemişlerdi. Fuat Hoca’yı günde on yedi saat çalışma şevkiyle dolduran belki de bu yitik kardeşlerine duyduğu hasretti.

 

Meşkûre Annemizin, imansız ilimin sonunun ahlâksızlığa varacağı hakkında uyarısını tekrar duyar gibi oldum. Günümüz teknolojisi ne kadar ilerlese de dünya ileri mi yoksa geri mi gidiyor kestirmek güç. Bilimsel gelişmelerin artık tek amacı güç tesis etmek, kâr etmek, şöhret sahibi olmak, ödül almak oldu. Fuat Hoca’nın da kardeşlerinin yanına gitmesiyle etrafımızda bu aileden kaç kişi kaldı, kim bilir?

 

Dileğim odur ki, Hoca’nın hizmetleri boşa çıkmasın. Onun eserleri vâsıtası ile günümüz dünyasından çok farklı bir âlemi hep beraber keşfedelim. Sevgili Peygamberimizin deyimiyle inananlar olarak “yitik malımız olan ilmin” peşine düşelim. O yolda nefsimizi bilelim, Rabbimizi bilelim.

 

Fuat Hocam, nûr içinde yat!

İNSÂN-I KÂMİLDEKİ FERDİYET TECELLÎSİ

 

Tasavvuf literatüründe, Hak ve hakîkate erişme yolunda müritlerine örnek olan, onları irşat ile rehberlik eden kimseye, şeyh, mürşit denmektedir. Mürşid-i hakikî ise sadece Hz. Peygamber’dir (Hakîkat-i Muhammedî). Dünyâ âleminde zâhir bir velî üzerinden irşat vasfını yürüten asıl mürşit her zaman Hz. Muhammed’dir ve bu hiçbir zaman değişmez.

 

Tasavvufta mürşit olan insân-ı kâmil ney veya ayna metaforlarıyla anlatılabilmektedir. Mürşit, ayna gibi sadece kendisinde görüneni gösterendir, ney gibi sadece kendisine üfleyenin sesini verendir. O, kendinde tecellî edeni gösterici bir berzahtır. Mürşit, Allah’tan başka varlığın olmadığını “yokluğuyla” anlatan, gösterendir.

Tecellî kelimesine baktığımız zaman ise ana anlamının “görünme, belirme, görünür olma, zuhur etme” şeklinde olduğu görülmektedir. Tecellî, kelime anlamı itibariyle tecellî eden ve edilenin varlığını gerektirir. Kişi veya eşyâ, kaynağı kendinde bulunmayan bir etkiyi kendi üzerinde gösterme, bir zuhur yeri olma niteliği taşır. Zuhurun olması için bir mazharın olması gerekir. Bir mazhar varsa da, onda bir zuhur eden var demektir. Bu ikilik, görme işleminin olması için gerekli zemini sağlamaktadır.

 

Görme işlemi için gerekli olan, bir görünenin bir de görenin olmasıdır. Ancak görünen ve görecek olan hâli hazırda ortada bulunsa da bu görme işlemi kendiliğinden gerçekleşmeyebilir. Yaradılışın yani bu ikiliğin gāyesinin “görme-şâhit olma” eyleminin gerçekleşmesiyle açığa çıkmaya başlayacağı kabul edilirse, varlığın bir mânâ bulması onun “görme-şâhit olma” niteliğini taşımasına bağlıdır. Nitekim insanın Müslüman olması da Allah’ın varlığını bilmesi ve kabul etmesine değil, kelime-i şehâdet getirmesine bağlanmıştır. Şâhitlik ise görmeden gerçekleşemeyen bir durumdur.

 

Bu doğrultuda, “görünen-gören” ikiliğindeki amacın hâsıl olabilmesi için iletişim şablonuna bir üçüncü faktör olarak “gösteren” girmektedir. Bu üçlü iletişim sahası, varlığı anlamlı kılacak bir bütünlük arz etmektedir. Görünen Cenâb-ı Hakk ile onu görecek olan kişi arasında doğru iletişim kurulması açısından ihtiyaç duyulan insân-ı kâmil, “gösteren” görevini îfâ etmektedir. Ancak kul olan insân-ı kâmilin Cenâb-ı Hakk’ı gösterişi de kendinden kaynaklı bir durum değildir. Burada Ferd ismiyle tek olan Allah, kendini ancak kendisi ile göstermektedir.

 

Ferd kelimesinden türeyen ferdiyet, “Teklik, birlik, vahdâhiyet” anlamını hâizdir. Ferdiyet makāmı, aynı zamanda cemü’l cem makāmı olarak da adlandırılmaktadır. Cemâlnur Sargut, Hz. İbrâhim kitabında “…Kişi bütün farklılıkları bir görürse Allah ismini idrak etmiş olur. Biraz daha tekâmül ederse cemü’l cem makamına çıkar. O zaman da Allah ismini bu sefer herkesin âyân-ı sâbitesinde seyretmeye başlar. Bu mertebe âmâ mertebesidir. Bu da Muhammedî kemâlin son mertebesidir.” der. Bu makāmı daha açık olarak ise şöyle özetler: “Cem demek, her şeyin Allah’tan olduğunu idrak etmek demek. Ettik; başka biri kalmadı, cemü’l cem’de sen tekrar dünyaya dönersin ve ama yalnızsındır; ve Allah’ın istediği gibi dünyada hareket etmeyi etrafına öğretirsin.”

 

Bu noktada yalnızlık vardır artık. Allah’ın ferdiyet sıfatı, ikincisi olmayan bir tekliği ifade etmektedir. Bütün oluş, o tekliğin içindedir ve kişi o tek nokta hâlindedir. Hiçlik olarak adlandırılan bu durumda varlığın silinmesi, tasavvufî düşünceye âşinâ olmayan çevreler tarafından şahsiyetsizlik şeklinde yanlış algılansa da bu durum aslında kesin olarak şahsiyet hâline gelmekten, ferd olmaktan ibârettir. Şahsiyet, hüviyet yalnız Allah’a âittir. İşte insân-ı kâmildeki ferdiyet tecellîsi, o tek hüviyetin, tek şahsiyetin hâkimiyeti ve yalnızlığıdır.

 

İnsân-ı kâmildeki ferdiyet tecellîsini anlamak için birkaç örnek üzerinden gidilebilir. Ebu’l Hasan Harakānî Hazretleri’nin mürşidlerinden olduğu belirtilen Ebu’l Abbas el-Kassâb Hz. şöyle demektedir:

 

“Allah’ı Allah arar, Allah’ı Allah bulur, Allah’ı Allah bilir!

Allah’tan başka Allah’ı talep eden biri bulunsaydı, Allah’ın iki olması lâzım gelirdi.”

 

Ebu’l Abbas el-Kassâb Hz.’nin bu sözleri, Ferideddin Attar’ın Tezkiretü’l Evliyâ’sında yer almakta ve Attar onun için “dergâhın cüretkârı” tārifini kullanmaktadır.

 

Sâmiha Ayverdi, Hancı kitabında bu mânâyı açarak, biraz önce bahsettiğimiz iletişim şablonundaki “gösteren” vazifesiyle yükümlü insân-ı kâmile şöyle seslenmektedir: “Ey Hakk’ı bildiren, O’na götüren, perdeyi kaldırıp O’nu gösteren… Hakk’ın var olduğunu, varlığın Hak olduğunu, görünenin gösteren, gösterenin görülen olduğunu bildiren!”

 

Yine Sâmiha Ayverdi, Mâbette Bir Gece eserindeki şu cümlesiyle bu mânâyı bir derece daha açmaktadır: “Her ne ki görülür, o var değildir; varlık gösterici bir yokluktur. Her ne ki görülmez, o, yokluk perdesiyle gizlenmiş bir varlıktır.” Anlaşılmaktadır ki, görünen-görünmeyen/yokluk-varlık açılımı ile insân-ı kâmilde tecellî eden “gösterici” kudret, yine Allah’ın ferdiyetiyle zuhura gelmektedir.

 

YARARLANILAN KAYNAKLAR:

Attar, Feridüddîn. Tezkiretü’l Evliyâ, Çev. Süleyman Uludağ, İlim ve Kültür Yayınları, Bursa, 1984

Ayverdi, İlhan. Kubbealtı Lugatı: Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2010

Ayverdi Sâmiha. Hancı, Kubbealtı Neşriyatı-30, İstanbul, 2011

Ayverdi Sâmiha. Mâbette Bir Gece, Kubbealtı Neşriyatı-2, İstanbul, 2014 (Ocak)

Cîlî, Abdülkerîm. Hakîkat-i Muhammedîyye, Çev. Muhammed Bedirhan, Nefes Yayınları, İstanbul 2012

Cîlî, Abdülkerîm. Âriflerin Mertebeleri, Çev. Muhammed Bedirhan, Nefes Yayınları, İstanbul 2014

Hücvirî, Ali b. Osman Cüllâbî. Keşfu’l-Mahcûb, Haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2010

İbn Arabî, Muhyiddîn. Fütuhât-ı Mekkiyye, Çev. Ekrem Demirli, 2. Cilt, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2007

İbn Arabî, Muhyiddîn. Fütuhât-ı Mekkiyye, Çev. Ekrem Demirli, 3. Cilt, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2006

İbn Arabî, Muhyiddîn. Fütuhât-ı Mekkiyye, Çev. Ekrem Demirli, 6. Cilt, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2007

İbn Arabî, Muhyiddîn. Fütuhât-ı Mekkiyye, Çev. Ekrem Demirli, 8. Cilt, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2008

İbn Arabî, Muhyiddîn. Fütuhât-ı Mekkiyye, Çev. Ekrem Demirli, 10. Cilt, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2008

Mısrî, Niyâzî-i Muhammed. İrfan Sofraları, Çev. Süleyman Uludağ, Emel Matbaası, Ankara, 1971

Rûmî, Mevlânâ Celâleddîn. Dîvân-ı Kebîr’den Seçme Şiirler, Çev. Mithat Baharî Beytur, MEB Yayınları, İstanbul, 1995

Rifâî, Ken’an. Şerhli Mesnevî-i Şerif. Kubbealtı Neşriyatı-76, İstanbul, 2010

Rifâî, Ken’an. Sohbetler, Kubbealtı Neşriyatı-75, İstanbul, 2014

Rifâî, Ken’an. İlâhiyât-ı Ken’an. Haz. Mustafa Tahralı, Cenan Eğitim Kültür ve Sağlık Vakfı Neşriyatı, İstanbul, 2013

Sargut, Cemâlnur. (Derleyen). Hz. Âdem, Nefes Yayınları, İstanbul, 2011

Sargut, Cemâlnur. (Derleyen). Hz. Şît, Nefes Yayınları, İstanbul, 2011

Sargut, Cemâlnur. (Derleyen). Hz. İbrâhim, Nefes Yayınları, İstanbul, 2014

Sargut, Cemâlnur. (Derleyen), “Niyâzî-i Mısrî İrfan Sofraları-1”, Nefes Yayınları, İstanbul, 2017

Sargut, Cemâlnur. Allah’ıma Sefere Çıktım, Nefes Yayınları, İstanbul, 2014

Sargut, Cemâlnur. Açık Denize Yolculuk, Nefes Yayınları, İstanbul, 2014