Cemâlnur Sargut’la Söyleşi: “Ken’an Rifâî Hazretleri’nin Öğrettiği Şey, Ahlâk-ı Muhammedî’dir”
“Ken’an Rifâî Hazretleri’nin Öğrettiği Şey, Ahlâk-ı Muhammedî’dir”
Müge Doğan: Hocam, bu ay 20.yy. mutasavvıflarından Ken’an Rifâî’den bahsetmek istiyoruz. Kendilerini ve diğer mutasavvıflardan farkını anlatır mısınız?
Cemâlnur Sargut: Aslına bakarsan insân-ı kâmil vasfına en güzel uyanlardan bir tanesi hocam Ken’an Rifâî’dir. Zirâ O, kemâl noktasında kendi varlığını yok etmiş, etrâfa dâimâ fayda saçmak için ve kendi bildikleri ile etrafı faydalandırıp insan yetiştirmek için çabalayarak ömrünü geçirmiştir. O’nun en büyük özelliği, bir yandan son derece kaliteli bir ilmî bilgiye sahip oluşu, 8 tane lisan bilişi, dünya ve âhiret işlerini bir arada götürme özelliğini üzerinde çok güzel taşıyışıdır. Yani kendisinde maddî-mânevî bütün ilimleri seyretmek mümkündür. Bu bakış açısından O’na Peygamber vasıflarına sahip bir mürşid-i kâmil denebilir. Bence bir diğer büyük özelliği de devrimci yapıya sahip olmasıdır. Çünkü kendisi son derece modern, o devrin klasik şeyh anlayışından uzak, cübbesiz, sarıksız, sadece yeri geldiğinde bunları kullanan, her şeyi kullanan ve her şeyin üstüne çıkmış bir öğretmendir.
O öyle bir âriftir ki bütün ideolojileri bilir, fakat kendisi hiçbirinden değildir. Yani ideolojiyi O yaratır. Sanki her felsefî dalı, her bilgiyi, her öğretiyi Allah ile ilişki kurduracak şekilde kendine hasretmiş ve bambaşka bir mânâ ile ifâde edip yeni bir yorum ortaya koymuştur. Belki İbn-i Arabî’nin târif ettiği insân-ı kâmil anlayışına en güzel uyan kişi Ken’an Rifâî Hazretleri’dir. Yani O, devrinin yorumcusudur. Kur’an’ı da yorumlar, tevil de eder ve onun tevil etme hakkı vardır, çünkü nefsinden konuşmaz. Sanki “attığın el Allah’ın elidir” âyetinin tecellisi gibidir. Bu bakış açısından da öğreticiliği ve kendisine olan güveni ve emniyeti, kendisinden emin olarak Allah’ından emin oluşu, Peygamber vasıflarını taşıdığının bir başka güzel delilidir. Bu yüzden de âhlak-ı Muhammedî’yi onda seyretmek mümkündür. Hattâ Sâmiha Ayverdi, O’nu anlatırken “İnsanlık idealini kendine gaye düzen ve cemiyet içinde gönüllü bir ahlâk mücâhidi olarak temâyüz eden hocam, terbiyeciliği, öğretim ve eğitim metodları ve hususiyetleri O’nun şahsiyet yapısının üzerinde ehemmiyetle durulması icab eden bir noktasını teşkil eder” diyerek hocasını devrinin en iyi eğitimcisi ve öğretimcisi olarak târif eder.
Müge Doğan: Kendilerinin eğitim metodlarından biraz bahseder misiniz?
Cemâlnur Sargut: Hocamızın, yani Ken’an Rifâî Hazretleri’nin eğittiği ve öğrettiği şey, ahlâk-ı Muhammedî’dir; yani Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmaktır. Bunu öğretmekte iki metod kullanmıştır: Birincisi, bir mürşid gibi anlatmak; onu maddî ve mânevî ilimler içerisinde çok güzel kaynaştırarak anlatmak. Bunun için de bütün kendisinden önceki âlimlerin bilgi ve ilimlerinin sentezini yapıp oradan yeni bir tarz çıkarmıştır. Bu yönü ile hakiki bir mürşiddir. İkincisi de yaşayarak göstermektir. Bu ikisi de çok önemli bir şekilde O’nun şekle takılıp kalmadığını ve her şeyin özüne ve mânâsına gittiğini gösterir. O yüzden de tekkeler kapatıldığında, tekkenin vücud olduğunu ve hakiki semânın gönül etrafında yapılması gerektiğini söylemiştir. Medine’ye âşıktır ama hiçbir şeyi mecbûriyet hâline getirmez. O’nun âdet ve alışkanlıkları yoktur. Âdet ve alışkanlıklardan uzak, Allah’ın istediği gibi yaşayan bir sultandır. Çok eziyet görmüştür; çünkü “bana Ken’an da, şeytan da diyen var” demiştir. Hattâ birisi “O’nun büyüklüğünü aleyhinde konuşulanlardan anladım” buyurmuştur. Aleyhinde kitaplar bile yazılmıştır ama O’nun güzelliği bütün bunların üstüne çıkarak çalışmasına bir an aralıksız devam etmesidir. Yani gözünü bir hedefe dikmiş ve o hedef dışındaki hiçbir şey O’nu ilgilendirmemiştir. Hattâ aleyhinde olanlara gizli gizli duâ etmiş ve yardım etmiştir. İşte gerçek insân-ı kâmilin vasfı bence budur.
Müge Doğan: Hocam, gündemimiz mâlûm..Memleketimiz adına üzücü zamanlar yaşıyoruz. Dolayısıyla biraz da Kendilerinin vatan ve millet anlayışına değinelim mi?
Cemâlnur Sargut: O’nda Allah’ın ahlâkı olduğu için memleketine âit hiçbir şeye ters muâmele etmemeyi ön plana almıştır. Bir kere çok iyi biliyoruz ki hiçbir zaman yabancı sigara içmemiş, günde sadece 1,5 tane içtiği sigarasını yerli sigaradan seçmiş, çünkü bir taraftan milliyetçi, bir taraftan ümmetçidir. İkisi arasında sırât-ı müstakim üzere dengede olduğunu her an göstermiştir. Hocamızın bize öğrettiği maddî şeylerin başında elektrikleri söndürmek, musluğu açık tutmamak ve bu şekilde devlet malına hiçbir şekilde zarar vermemek ilkesi vardır. Çünkü devlete zarar verenin Allah’a zarar vermiş olduğunu söyler. Bu yüzden de insanı dünya içinde yaşayacak ve dünyanın problemleri ve dertleri içerisinde nasıl davranması gerektiğine göre odaklayacak şekilde hareket etmiştir.
Atatürk tarikatleri kapattığı zaman çok eziyet çekse de kendisi büyük bir zevkle yapan ve yapılanın Allah’tan olduğunu bildiği için devrin kanunlarına katiyen karşı gelmemiş, hattâ kitaplarını kuyuya atmış ve birçok yerde hakkında tahkikatlar açıldığı hâlde o kendisi hiçbir şeyden yılmayarak, Atatürk’ü ve devlet büyüklerini savunarak hayatına devam etmiştir. Tekkesini kapatmış, bir daha da açmamış, zikir yasak olduğu sürece zikri yasaklamıştır. Yani devrin kaide ve kurallarını ulû’l emre itaat olduğunu çok iyi bildiği için, “bizden olanın emrine itaat ediniz” lâfından dolayı, yapanın ve yaptıranın Allah olduğunu çok iyi bildiğinden, Atatürk’ün hattâ tarikatleri kapasa bile Allah’tan olduğunu bilerek ona itaat etmeyi birinci planda herkese öğütlemiştir. Şapka devriminde şapkayı ilk giyen kişidir. Bu yönden de çok eleştirilmiştir. Bunun devlet büyüklerine yaranmakla hiçbir alâkası olmadığını, bunun sadece Allah’ın hoşuna giden gerçek bir haslet olduğunu bize her hâli ile öğretmiş bir sultandır.
Müge Doğan: Kendilerinin ekolünden olan Sâmiha Ayverdi “Devirlerle bu devirlere hükmedenlere bir bakıma âşık-mâşuk diyebiliriz. Zîra cemiyetlerin, aşikâr olmasa bile, mutlaka bir gizli talebi vardır ki, idarecisini kendi beğenmiş, seçmiş, çekip başa getirmiştir” diyor.
Cemâlnur Sargut: Evet, kişi kendisinin lâyık olduğu hükûmetleri kendi getirir diye Allah’ın da sözleri var. Dolayısı ile lâyık olduğumuz şeyle terbiye oluruz. Burada söylenmek istenen, bizim itirazlarımızı ortaya koyma şeklimizin çok dikkatli olması gerektiğidir. Bölünmekten yana olan itirazlar, Allah’ın hoşuna gitmediği için bizi de Allah’tan uzak tutar ama bir zâlim görüyorsak ve onun zulmüne eşlik etmek istemiyorsak o zaman bunu çeşitli metodlarla, kalemlerle, oylarla yapmak mecbûriyetindeyiz. Benim hocam Ken’an Rifâî’den de Sâmiha Ayverdi’den de öğrendiğim budur.
Bir kere önce birlik yönünde hareket etmenin gerektiğini, tevhid noktasından hareket etmenin gerektiğini, bölünmeye meydan vermenin çok büyük vebâli olduğunu biliyoruz. İkincisi de mücâdelenin aslı, kavga ile savaşla olmaz. Mücâdelenin aslı hilim, yumuşaklık ve sevgi metodu ile olur. Hz. Ali’nin kendi yüzüne tüküren müşriği öldürmeyip kılıcını geri çekmesi ve müşriğin sorgusu üzerine “şahsıma hakaret ettiğin için artık seninle mücâdele edemem, bu nefsime ağır geldiği için seni öldürmek olur, katil olurum” demesine benzer. O zaman da müşrik çok güzel birşey söyler: “Beni kılıcınla öldürmedin ama yumuşaklığın ve adâletinle öldürdün ya Ali.” O hâlde yumuşaklık ve adâlet bizden tecelli ederse, halk adâlet ve edebi öğretirse, idâre de adâlet ve edebi öğrenir. İdâre adâlet ve edebi gösterirse, halk öğrenir. Dolayısı ile bu karşılıklı bir ilişkidir. Burada yapılması, dikkat edilmesi gereken şey, mâneviyattan uzaklaşmamak, her yerde Allah ile ilişki kurmak ve Allah’tan uzak olan her şeyde yanlış yaptığımızı idrak etmektir.
Müge Doğan: Gene Sâmiha Ayverdi millî romantizmi şu şekilde târif ediyor: “Türk milletine âit bütün güzellikleri, değer ve hasletleri bir aşk ve şevk hâlinde tâ yüreğinde hissetmek, fikir milliyetçiliğinde kalmayıp gönül milliyetçisi olmak ve nesilleri bu heyecan ile yetiştirmektir.”
Cemâlnur Sargut: Sâmiha Anne hakikatten gönül milliyetçisiydi. Onun için de gerçekten mücâdelesini gönlü ile veren, kalemi ile veren bir insan olarak devirlere bir kadın mürşid olarak adını yazdırdı. O, hocasının söylediklerini aynen uygulayandır. Hocası ile arasında sadece şive farkı vardı. Hocamda daha yumuşaklık, daha mâneviyat anlatarak izah, Samiha Anne’de daha net bir izah vardı ama söylenenler hep aynı idi, hiç farketmedi. Her ikisi de bir taraftan kuvvetli milliyetçi, bir taraftan kuvvetli ümmetçi, yani bir ayakları şeriatta sabit diğer ayakları ile yetmiş iki milletle bir ve beraberdiler. Her ikisinin söyleminde de nefsânî hiçbir şey bulamazsınız. Allah’ın istediğinden başka bir şey de görmek mümkün olmazdı. Onun için, gerçekten mürid olanın, çünkü bu çok azdır, ona hakiki hürmet ve saygısı vardı. Mürid olduğunu zannedenin de saygısı olduğunu zannetti ama mürşidler ölmez, bugün hâlâ O’nun mânâsı ile yaşayanlar var. Bir de o mânâyı hiç anlamamış olanlar var. O bakımdan da bugün yaşanan birçok sıkıntıların sebebi devrin sahiplerinin bize verdiği mesajları çok idrak edememekten oluyor.
Bence muâmelelerimizi tekrar gözden geçirerek hiddet, şiddet, edepsizlik, terbiyesizlik yerine edep, karşımızdakinin de bizim bir parçamız olduğunu düşünerek ona göre muâmele lâzım. Biz senelerce sağ-sol meselelerinden çok acı çektik. Aynı evin içerisinde iki insan birbirine düşman oldu. Sonra o düşmanlık edenler kol kola birlikte aynı üniversitelerde profesörlük yaptılar. Olan, ölenlere oldu. Bugün de dikkat etmek lâzım. Nihâyet, eziyet ettiği söylenen, senin kardeşin, edilen de diğer kardeşin. İki kardeş birbirinden ayrı olamaz; et ve tırnak gibiyiz. Aynı dili konuşuyoruz, aynı dini konuşuyoruz. Allah korusun, yeni Bosna Hersek’ten geldik, Boşnakları gördük, Avrupa Birliği’nin onları nasıl Sırplara teslim ettiğini ve Sırpların onların bütün ailelerini nasıl öldürdüğünü gördük. Demek ki insanın dostu yalnız kendi milletidir; başka milletler olmaz. O yüzden kendimizdeki değeri bilelim ki birbirimize hürmet edelim. Yaptırmak istediklerimizi daha edep çerçevesinde ve daha güzel anlatarak yapalım. Vatan-millet malına zarar vermeyelim. Bu çok acı bir şey. Birbirimizi sevelim. Bir şeyle mücâdele edeceksek o mücâdeleyi kibarlıkla ve zarâfetle yapalım. Dervişlik bunu gerektirir. İnşaallah Türk milleti bir daha böyle bir şey yaşamaz. Çok iyi niyetle başlayıp çok kötü olabilir hâdiseler. Bunun idrâkine varıp tarihin tekerrürden ibâret olduğunu hatırlayıp târihe hürmet edip, kendimizi tekrar gözden geçirelim. Bu, çocuk oyuncağı değildir, çocukların oynadığı bir hâdise de değildir. Zevk ve eğlence aracı da değildir. Memlekete zarar vermenin vebâli insanların üzerinden çıkmaz, gitmez. Allah hepimizi korusun.
Müge Doğan: Hocam, sizin için Ken’an Rifâî Hazretleri ne ifâde ediyor?
Cemâlnur Sargut: Şahsen ben, Ken’an Rifâî Hazretleri gibi bir sultanı tanımak şerefine nâil olduğumdan dolayı ve şu dünyada zerrece itibârım varsa O’ndan olduğunu bildiğim için kendimi dünyanın en şanslı insanı hissediyorum. Hattâ hayatımın çok kötü devreleri de olsa, insanlar bana bir sürü eziyet ve sıkıntı da verse bunların içerisinde ben yine de bu âlemdeki en şanslı kulum. Çünkü bütün bu sıkıntılar ile mücâdele etme zevkini ve bu sıkıntıların beni Allah’a yaklaştırdığını ve bana kötülük edenlere iyilik etmem gerektiğini, onları sevmem ve onları korumam gerektiğini öğreten bir mürşidin evlâdıyım.
Sanki Ken’an Rifâî, öğretileri ile bizleri başımıza gelecek her türlü, en feci hâdiselere karşı zırhlamış. Ben o zırhı hissediyorum şimdi. Hocamın çektiği sıkıntıları şimdi çok daha iyi idrâk edebiliyorum. Bu yüzden de öyle bir hocam olduğu için -yani inşaallah bana öğrencim demek şerefine beni nâil eder- O’nun hakiki öğrencisi olan, şeksiz şüphesiz sadece vücudlarının değiştiği, ama varlık olarak aynı varlık olduklarına iman ettiğim Sâmiha Ayverdi’yi tanıdığım için, Allah’ıma binlerce şükrediyorum. Ayrıca Nazlı Annem ve annem gibi bunları hâl etmiş, uygulayan ve hâlleri ile bize örnek olan iki öğretmeni görmüş olduğum için de çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Gene Hayri Hoca gibi bir Kur’an dehâsını, yokluğun içinde baştan aşağıya ilim olan bir sultanı tanıdığım için ve Nermin Hoca gibi gerçek bir hoca ile Mesnevî çalıştığım için Allah’ıma şükrediyorum ve kendimi dünyanın en şanslı varlığı olarak görüyorum. Bu yüzden her şeyi Ken’an Rifâî’ye borçluyum. Daha doğrusu, öyle biri var mı bilmiyorum; aslında her şeyimi Peygamber Efendimize borçluyum.
Müge Doğan: Çok teşekkürler…
Cemâlnur Sargut
Son Yazıları: Cemâlnur Sargut (Profiline git)
- HALUK DURSUN’UN ARDINDAN - 21 Ağustos 2019
- Meşkûre Sargut Hâtırasına - 12 Şubat 2019
- “Fetâların Yüzü Suyu Hürmetine Bu Hayattayız” - 17 Ocak 2018
Cevapla
Want to join the discussion?Feel free to contribute!