Ana’dolu Hakkı

Geçen gün biraz yürümek istedim. Çocuk parkının önünden geçerken duyduğum bir nidâyla sarsıldım. Oradaki küçük çocuklardan biri anladığım kadarıyla dönen ve üstü kapalı olan bir kaydıraktan kayıyordu. Belki korkuyla karışık duyduğu o heyecanla kendini aşağı doğru bırakırken öyle bir “Allaaah” diye bağırdı ki, söyleyişini, sesini kalbimde zevkle tekrar tekrar dinlemek istedim. Öyle hâlisâne bir “Allaaah” nidasıydı ki bu! O küçücük yaşında ne “annee” ne de “babaa” diyerek değil, “Allaaah” nidâsıyla kaydıraktan kaymıştı.

 

O çocuk evinde annesinden, babasından, çevresinde büyüklerinden, arkadaşlarından Allah sözünü duya duya, kaydıraktan kayış heyecanında bile “Allah” demişti. Türk ve Müslüman bir ülkede doğmak, Anadolu’da yaşamak gerçekten çok büyük bir lûtuf. Hele “Allah” diyebilmek… Cemâlnur Hocam, Allah bizi anmasa, ismini anmamıza izin vermese biz “Allah” bile diyemeyiz, diyor ya hep… O çocuğun sesi de bana bunları hatırlattı. Minicik bedenden çıkan o yüce nidâyla, ezelden tanışık olduğu sevgilisini, her şeyini, var edenini hatırlayıp sığınabilmiş, O’nun adıyla haykırabilmişti.
Biz ne güzel bir milletiz ki, çocuklarımız kaydıraktan kayarken bile “Allah!” diye atlayabiliyorlar. Bizler oynayacak kadar sevinsek de “Allah!” diye çığlık atabiliyoruz, ağlayacak kadar üzülsek, korksak da “Allah!” diye seslenebiliyoruz. Heyecanlandığımızda da “Allah Allah!” diyoruz, şaşırıp kaldığımızda da “Allah Allah!” diyoruz. Allah’a inanmıyorum diyenlerimiz bile konuşurken sık sık samimiyetle “Vallâhi” diyorlar. Dilimize de içimize de Allah lafzı öyle bir işlemiş ki, farkında olsak da olmasak da her gün defalarca Allah’ın adını anabiliyoruz. Bazen televizyonda en ilgisiz görünen insanların bile “kader, inşallah, nasip, hayırlısı, şükürler olsun” dediklerini gördükçe, hepsini, herkesi çok seviyorum.
Boşuna bu diyâra Anadolu dememişler. Gerçekten Anadolu ana dolu… Her yerde bir evliyâullah, bir büyük sultan bizlere hakîki analık yapmakta. Onların feyzi ve bereketi, farkında olsak da olmasak da hepimizi sarıp sarmalamış. Hepsi Allah’ın aşkını, ilmini, Hz. Peygamber’in mânâsını ana sütü gibi bize içirmek için dipdiri başımızdalar. Bu vatanda yaşamak gerçekten çok büyük bir nasip. Adımımızı atsak Dârende, Somuncu Baba… Sonra Ankara’da O’nun evlâdı, Hacı Bayrâm-ı Velî… Hemen sonra Konya’da Hz. Mevlânâ, Hz. Şems, Konevî Hazretleri hazırlar. Kars’ta Hz. Harakânî, Bursa’da Hz. Üftāde, Emir Sultan… İstanbul zaten anlatılamaz: İllâ Hz. Ken’ân!.. Nereye gitsek, nereye dönsek, kim olsak, bize anadan da öte bir şefkatle kucağını açan, bizi Hz. Peygamber’in mânâsına taşımak için o kucakta taşıyan bir sultan var. Şahâdet parmağı gibi, kalem gibi göğe uzanan minârelerimizde beş vakit okunan ezanlarımız var. O ezanları duyabilmenin ne demek olduğunu, Harakânî Hazretleri Sempozyumu için yurtdışından Kars’a gelen misâfirlerde seyretmiştim. Orada ezan sesini duydukça gözleri dolarak konuşamayan ve öylece başlarını omuzlarının içine çekip pür hürmet, pür aşkla ezanı dinleyen misafirlerimizi gördükten sonra, duyup da duymadığım ezanlar için her zaman utanıyorum.

Bu topraklarda yaşamanın zekâtı nedir, bilmiyorum… Ben Malatya’da yolda yürürken, Niyâzî Mısrî Hazretleri’nin hasretle bastığı yollara, İbnü’l Arabî’nin geçtiği yerlere değiyor olabileceğimi düşünüp seviniyorum. Biz Malatya’nın küçük bir mahallesiyken o kadar zengin, o kadar şanslıyız ki… Çocukların oynadığı oyun parkının adı bile “Somuncu Baba Parkı”.  Bizim Ali Abi çocuklarına hep peygamberlerin isimlerini vermiş, şimdi en küçüğün adını da Eyüp koydular. Karşı sokakta bir Muhammed İsa’mız var. İsmini ilk duyduğumda çok şaşırmıştım. Ama şaşıracak ne var? Bizde İsa’lar, Musa’lar, Davut’lar, İbrâhim’ler, Yakup’lar, Yusuf’lar o kadar çok ki… Âmine, Emine’ler, Hatice’ler, Ayşe’ler, Fatma’lar, Ali’ler, Hasan ve Hüseyin’lerle doluyuz biz. Anadoluyuz biz. Askerine Mehmetçik, Muhammetçik denen bir milletiz biz. Şehitlik ve gāzilik aşkıyla, Allah’ın askeri gibi bir milletiz biz. Müslümanlığı en güzel yaşayan millet, Türk milletiyiz biz. Sanırım bunun zekâtı da kimseye özenmeden, kimliğimizi kaybetmeden, kendimiz olmak ve her konuda bütün dünyâya örnek hâlde yaşamak, bu maneviyâtı yansıtmak, taşımak olmalı. Dünyanın analık makāmı gibi olan Anadolu’da yaşamanın, Türk ve Müslüman olan bu milletin evlâdı olmanın zekâtını verebilmemiz niyâzıyla efendim…

İstanbul Günleri-6: Tavuk Pazarı ve Edep

Tavukpazarı, Sâmiha Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” kitabını takip edererek ilerlediğimiz yazı dizimizde bu ay ziyaret ettiğimiz semt.

Her zamanki duâmızla yola çıkalım: O’nun fikir kuşu bize yol göstersin; olursa kusurum şimdiden affolsun, yolumuz açık olsun.

*

Sâmiha Anne der ki: “İstanbul Geceleri’nin yapraklarını çevirenler arasında, karşıma bir sorgu, bir târiz (dokundurma) heykeli fırlayıp yolumu kesmek isteyecek ve – Sen ey kadın, neden dizdize, başbaşa olan İstanbul semtlerini bırakıp onları bir zincirin halkaları gibi sırasıyla dolaşmıyorsun da, canın neresini isterse oraya sapıyor, gönlün hangi tarafa kayarsa oraya sürükleniyorsun?… Doğru…Kimbilir bundan sonra da daha ne sıçramalar, ne atlamalar, ne mızıkçılıklar olacak… Hattâ şu anda bile, bir küçük esnaf, iş ve haşarat yatağı olan Tavukpazarı’nı koyup bir hasbihale (halleşme) kalkışmak da gene mızıkçılıktan başka bir şey değil ki…”

Herhalde ben de Mısır Çarşısı 78 numaraya gidip Tavukpazarı’nı sorunca benzer bir kafa karışıklığı yaratmışımdır. Mısır Çarşısı’nda birkaç nesildir hizmet veren, eski Türk el sanatlarını yaşatma arzusu ile porselen fincanlar, fincan takımları ve diğer objeler üretip satan bu dükkânı işletenler Sâmiha Anne’den feyz almışlar zamanında. Onlara tanıdıklar vâsıtası ile bu yazı için gönderilen ben, Tavukpazarı’nı sorunca eminim yadırgamışlardır. Doğrudur. Lâkin neden oraya gönderildiysem, neden Sâmiha Anne’nin gönül izinden İstanbul Geceleri’nin yapraklarındaki semtleri adımlıyorsam, işte bu âlem sahnesinde oynanan piyeste kendi üstüme düşeni yapmak için bu ay Tavukpazarı’nı arıyorum.  Onlar da, sağolsunlar, bana Tavukpazarı ile ilgili bildiklerini anlatıyorlar.

Bana sundukları sade kahvemi gayet süslü ama zarif fincanlarında içiyorum. 16.yy. Topkapı ve 19. yy. Dolmabahçe Sarayları tarzı altın varaklı renk ve süslemeleri olan fincan çeşitlerini inceliyorum. Formların ve desenlerin 19 yy.’a gelindiğinde nasıl o zamanın modası ile Avrupâî hâle geldiğini görebiliyorum. Gözüme açık mavi bir şekerlik ilişti. Çocukluğumuzda komşu teyzelerin kırılmasın diye dokunmaya korktuğumuz böyle şekerlikleri olurdu. Dişe yapışan şekerlerden kibarlık olarak bir tane alsak da komşu teyzenin ısrarlı ikramıyla daha çok alıp avucumuzu doldurmak ne büyük bir heyecan verirdi. Gerçekten bu dükkân, ürünleriyle geçmişi bugüne taşıyor sanki. Bu arada bana Sâmiha Anne’den anılarını da aktarıyorlar. Daha fazla oyalanmadan yola koyulmalıyım; internetten öğrendiğim Tavukpazarı Mısır Çarşısı’ndan Çarşıkapı’ya kadar olan kısım değilmiş. Çemberlitaş’a gitmek gerekiyor, Mısır Çarşısı’ndan epeyce yol var.

*

Çemberlitaş’a gelince Kubbealtı Akademisi’ni arkanıza Çemberlitaş Hamamı’nı sağınıza alıp sola doğru giderseniz, Tavukpazarı Sokağı’na ve Tavukpazarı olarak bilinen civarına ulaşıyorsunuz. Sâmiha Anne “Bu semt bir vakitler hanları, tonazları, barakaları, imâlâthâneleri, salaşları, bekâr odaları, hamal, esnaf ve esrar kahveleriyle şehre, bir yüzü faydalı olurken, diğer yüzü çıban gibi işler dururdu.” diye anlatmış.

Günümüzde Tavukpazarı’nda gördüğümüz takıcılar daha çok gümüş, biraz da altın işçiliği yapan bu dükkânların aralarında da kuyumculara ürünlerini sergilemek için vitrin malzemesi satan iş yerleri var. Beyazıt yönüne ilerleyince hafif elma kokulu iç avluda bir duman bulutunun altında nargile içilen kahvehaneler buluyoruz; turistik ve derli toplular. Sâmiha Anne’nin anlattığı salaş kahvelere benzemiyorlar. Sanki o zamandan bu zamana derlenmiş, toparlanmış, temizlenmiş bu Tavukpazarı semti. Artık İstanbul ağacının döktüğü kurtlu meyve değil gibi.

*

Gelmişken civardaki târihî yapıları da öğrenelim. Tavukpazarı ile Çemberlitaş çok yakın, sanki içiçe. Çemberlitaş sütunu Bizans imparatoru Konstantin tarafından Roma‘daki Apollon tapınağından söktürülerek buraya diktirilmiş. Büyük yangınla zarar görmesinin ardından 17. yy’da demir çemberlerle sardırılarak sağlamlaştırılmış ve Çemberlitaş olarak anılmaya başlanmış. Başka bir yapı da Mimar Sinan tarafından yapılmış olan Çemberlitaş Hamamı; bugün hâlâ işletilmekte. Hamamın karşısında Köprülü Mehmed Paşa Camii, medresesi ve türbesi, yanında Vezir Hanı, eski Dâr’ül-fünun binası, civârında ise Sultan II. Mahmud Türbesi ve haziresi, Köprülü Kütüphanesi, Atik Ali Paşa Camii, medresesi ve Ali Baba Türbesi bulunmakta. Ayrıca Nuriosmaniye Camii’ne ve Kapalı Çarşı’ya da Tavukpazarı mevkiinden kolayca erişilebiliyor.

Tavukpazarı’ndan ayrılırken Mısır Çarşısı’ndaki dükkânda bana aktarılan bir Sâmiha Anne anısı geldi aklıma: “Sâmiha Anne, Tavukpazarı’ndan Kubbealtı’na doğru yürürken -her zamanki gibi döpiyesi, beyaz yakasıyla; Kolunda da çantası- “aynen bu lâfı biz duyduk” diyor anlatan, “A.. Sâmiha’ya bak, yoldan geçiyor, eteklerinden edep akıyor.”

Sâmiha Ayverdi onu anlatanların ağzından hep bir edeb âbidesi olarak tanıtılıyor. Cemâlnur Hoca “Sâmiha Ayverdi ile Sırra Yolculuk” kitabında “Benim hocamda gördüğüm ve kesinlikle çok etkilendiğim bir husus da onun edebidir… Sâmiha Ayverdi Allah’la olan irtibâtını öylesine bize aksettirdi ki O’nun halkı Hak görerek onlara muâmelesinden örnek aldık. Burada halkı Hak görüşü, yani yaradılmış her varlıkta Allah’ın hakkını idrak edişi, sanki Hakk’la muâmele edermişcesine yaradılmışla konuşuşu, insanın edebinde en yüksek seviyedir” der.

Sâmiha Ayverdi’nin edeble ilgili yazdıklarına bakınca ise hocası Kenan Rifâî’yi buluyoruz. Kimbilir belki de edebiyle bizleri hocasına yönlendiriyordur. “Kenan Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık” kitabında Sâmiha Anne şöyle demişler:

“Kenan Rifâî bir bakıma tasavvufu, ‘Her hâl ve vakt ü mahalde edeptir.’ diye alıyor. Ve ‘Tasavvuf güzel ahlâktır, güzel ahlâk ise edeptir, edep ise Hak’tan başka bir şey görmemektir.’ diyor.

“O ‘Her zerrede bir nur, her katrede bir zuhur vardır’ diye şu âlem içre ne varsa hepsi ile muâmelesini Hakk’la muâmele biliyor, her şeyi Hak diye yüceltiyor, şereflendiriyor ve seviyor. Seviyor! Bizce üstünde en çok durulacak nokta budur ki şu sûretle Kenan Rifâî, Allah sevgisini soyutluktan kurtararak, somut dünyaya mahlûkata getirmiş, yani başka bir deyişle kuvveden (düşünceden) fiile intikal ettirebilmiştir.”

Edebimizi ve sevgimizi arttırmak dileğiyle, İlâhiyât-ı Ken’an’dan şu dizelerle bitirelim:

Ten-i âdemdeki can bil ki edepdir,

Dil ü çeşm-i beşerin nûru edeptir.

 

Edebi olmayan âdem, değil âdem

Ayıran âdemi hayvandan edepdir.